Mehmet Özdoğru

Mehmet Özdoğru

Email: This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

Son günlerde Türk lirasının yabancı paraları karşısında önemli oranlarda değer kaybetmesi çok yüksek tutarlarda kur farklarının oluşmasına neden oluyor. Gelir/kurumlar vergisi yönünden önemli sonuçlar doğuran bu durum KDV açısından da sıkıntı yaratıyor. Kur farkında KDV’yi kaldırmak gerektiğini, tartışmalı  yasal düzenlemenin değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Kur farklarında KDV’nin uzun bir öyküsü var.

KDV’nin ülkemizde yürürlüğe girdiği 1985 yılından 2019 yılına kadar 3065 sayılı KDV Kanunu’nda, ithalat işlemleri hariç, kur farklarının KDV’ye tabi olduğuna dair bir hüküm bulunmuyordu.

Bu nedenle Maliye, KDV’nin uygulandığı ilk yıllarda kur farklarının KDV’ye tabi olmadığı görüşünü benimsemişti.

Daha sonra kanunda bir değişiklik olmadığı halde kur farklarının KDV’ye tabi olduğu yönünde özelgeler verilmeye başlandı. Bu görüş, tebliğ bazında ilk kez 105 no.lu KDV Genel Tebliği’nde ifade edildi, sonra tüm tebliğleri tek bir tebliğde toplayan KDV Genel Uygulama Tebliği’ne taşındı.

Maliye'nin bu görüşünün dayanağını, kur farklarının esas itibariyle vade farkı niteliğinde olduğu, dolayısıyla KDV Kanununun 24. maddesine istinaden KDV matrahına dâhil bir unsur olarak vergilendirilmesi gerektiği yaklaşımı oluşturmaktaydı.

Bu tutum, kur farklarının KDV’ye tabi tutulması konusunda gerek Maliye ile mükellefler arasında gerekse alıcı ve satıcı arasında sayısız ihtilafın yaşanmasına ve muhasebe uygulamalarında ciddi sıkıntılara neden oldu.

Danıştay kur farklarının KDV’ye tabi tutulmasına ilişkin düzenlemeyi iptal etti!

Yukarıda özetlemeye çalıştığım tartışmalar KDV tebliğinin, kur farklarının KDV’ye tabi tutulması yönündeki bölümlerinin yüksek yargı kararı ile iptal edilmesiyle sonuçlandı ve böylece kur farklarının KDV’ye tabi olmadığı netleşmiş oldu.

İptal kararının gerekçelerini şöyle özetleyebilirim:

  • KDV Kanunun 24’üncü maddesinde yer alan “gibi” ifadesinden yola çıkılarak kur farkının vade farkı mahiyetinde olduğu kabul edilmek suretiyle KDV matrahına dahil edilmesi, hukuk devletinin unsurlarından biri olan hukuki belirlilik ilkesiyle bağdaşmaz.
  • Dava konusu tebliğ ile KDV matrahına ilişkin hükümlerin yorum yoluyla genişletilmesi, vergilendirmenin temel öğelerinin kanunla belirlenmesi gerekliliğini de kapsayan verginin kanuniliği ilkesine de aykırılık oluşturur.
  • KDV Kanununun 26’ncı maddesine göre, mal veya hizmetin karşılığını teşkil eden bedelin döviz ile hesaplanması halinde döviz, malın teslimi veya hizmetin yapılması ile gerçekleşen vergiyi doğuran olayın meydana geldiği tarihteki cari kur üzerinden Türk parasına çevrilerek bulunan tutar KDV’nin matrahını oluşturur. Döviz cinsinden bedelin farklı zamanlarda ödenmesi nedeniyle zaman içinde oluşabilecek kur farklarının matraha ilave edilmesi mümkün değildir.
  • KDV Kanununun 21’inci maddesinde, ithalatta verginin matrahına dahil olan unsurlar arasında kur farkı açıkça sayılmasına rağmen 24’üncü maddesinde matraha dahil olan unsurlar arasında kur farkına yer verilmemiş olması da kanun koyucunun, ithalat dışındaki işlemlerde kur farkının KDV matrahına dahil edilmesini amaçlamadığını gösterir.

Gerçekten çok isabetli, güzel ve haklı gerekçeler. (İnsan Danıştay’ın bu güzel kararlarını okudukça, son dönemlerdeki bazı kararlara haklı olarak şaşırıyor.)

Maliye hata yaptı!

Yüksek yargı kararı ile gelen bu iptali Maliye doğru yorumlayamadı. Tamam kararın gerekçeleri arasında, kanunda kur farklarının KDV’ye tabi olduğu ile ilgili bir açık hükmün bulunmaması da vardı, ama kararda yer alan diğer gerekçelere ve kararda yer bulmayan gerekçelere hiç itibar etmedi.

anuna açık hüküm konulmasını sağlayarak görüşünde ısrar ettiğini kamuoyuna ilan etti! KDV Kanununun “Matraha Dâhil Olan Unsurlar” başlıklı 24/c maddesine “kur farkları” ibaresi ilave edildi. Bu düzenleme, Kanunun yayım tarihi olan 18 Ocak 2019 tarihinde yürürlüğe girdi.

Bence önemli bir fırsat kaçırılmış oldu.

ÇÜNKÜ kur farklarının KDV’ye tabi tutulması KDV’nin ruhuna bence aykırı. Çünkü mal veya hizmet satışı gibi işlemler üzerinden alınan KDV’ye, bir mal veya hizmetin bedeli niteliğinde olmayan kur farkları tabi tutulamaz/tutulmamalı…

Bence “sorun”, böyle bir kanun bir hükmünün varlığı. Kur farkları, ülke parasının ekonomik nedenlerle yabancı paralar karşısında değer kaybetmesi veya kazanması sonucunda oluşan bir farktır.  Yani mal teslimi veya hizmet ifasının karşılığı değildir. Bu nedenle, vergi tekniği açısından da kur farkı üzerinden KDV hesaplanmaması gerekir.

Hatadan dönüp kur farkında KDV’yi kaldırmanın tam zamanı!

Son günlerde Türk lirasının yabancı paraları karşısında önemli oranlarda değer kaybetmesi çok yüksek tutarlarda kur farklarının oluşmasına neden oluyor. Gelir/kurumlar vergisi yönünden önemli sonuçlar doğuran bu durum KDV açısından da sıkıntı yaratıyor. 

Yukarıda açıklamaya çalıştığım gerekçelerle kur farkında KDV’yi kaldırmak gerektiğini, tartışmalı  yasal düzenlemenin değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bu sadece vergisel bir sorun değil, dahili işlemler nedeniyle döviz alacaklısı ile borçlusu arasında ihtilafların çıkmasını önlemek ve ticari barışı bozmamak için de kur farkından KDV’yi kaldırmak zorunlu…

Zaten uygulamada kur farkı KDV’sini hesaplamak ve faturaya bağlamak konusunda önemli sorunlar var. Özellikle kur farkının alıcı lehine oluştuğu durumlarda sıkıntı yaşanıyor. Sıkıntı bununla da sınırlı değil, kur farklarının takibi ve özellikle küçük tutarlı kur farklarının faturalandırılması konularında da sıkıntılar var. Özetle muhasebede sadeliği sağlayacak yaklaşımlar şart…

Realize olan her kur farkı için, tutarı ne olursa olsun, 7 gün içinde fatura düzenlemek neredeyse imkânsız…

Bütün bu nedenlerle kur farklarının KDV’ye tabi tutulması ısrarından vazgeçilmesini, yapılacak bir yasal düzenleme ile kur farklarının KDV matrahına dahil edilmesinin öngören ibarenin KDV Kanununun 24. maddesinden çıkarılmasını bir zorunluluk olarak görüyorum.

Mevcut kriz ortamında hayatta kalma savaşı veren mükelleflerimiz bu desteği hak ediyor! Erdoğan Sağlam

https://t24.com.tr/yazarlar/erdogan-saglam/kur-farklarinda-kdv-yi-kaldirmanin-tam-zamani,33369

Türk Ticaret Kanunu’nun “Ticari İşletme” başlıklı Birinci Kitap’a bağlı olarak, beşinci kısımda “Ticari Defterle” ilgili hukuki düzenlemeler ve zorunluluklar yer almaktadır. Şöyle ki;

1) Defter tutma yükümlülüğü: (TTK md: 64)

Her tacir; ticari defterleri tutmak ve defterlerinde, ticari işlemleriyle ticari işletmesinin iktisadi ve mali durumunu, borç ve alacak ilişkilerini ve her hesap dönemi içinde elde edilen neticeleri, Türk Ticaret Kanunu’na göre açıkça görülebilir bir şekilde ortaya koymak zorundadır. Defterler, üçüncü kişi uzmanlara, makul bir süre içinde yapacakları incelemede işletmenin faaliyetleri ve finansal durumu hakkında fikir verebilecek şekilde tutulur. İşletme faaliyetlerinin oluşumu ve gelişmesi defterlerden izlenebilmelidir.

2) Tacir, işletmesiyle ilgili olarak gönderilmiş bulunan her türlü belgenin, fotokopi, karbonlu kopya, mikrofiş, bilgisayar kaydı veya benzer şekildeki bir kopyasını, yazılı, görsel veya elektronik ortamda saklamakla yükümlüdür.

3) Fiziki ortamda tutulan yevmiye defteri, defteri kebir ve envanter defteri ile dördüncü fıkrada sayılan defterlerin açılış onayları, kuruluş sırasında ve kullanılmaya başlanmadan önce noter tarafından yapılır. Bu defterlerin izleyen faaliyet dönemlerindeki açılış onayları, defterlerin kullanılacağı faaliyet döneminin ilk ayından önceki ayın sonuna kadar notere yaptırılır. Pay defteri ile genel kurul toplantı ve müzakere defteri yeterli yaprakları bulunmak kaydıyla izleyen faaliyet dönemlerinde de açılış onayı yaptırılmaksızın kullanılmaya devam edilebilir. Yevmiye defterinin kapanış onayı, izleyen faaliyet döneminin altıncı ayının sonuna kadar, yönetim kurulu karar defterinin kapanış onayı ise izleyen faaliyet döneminin birinci ayının sonuna kadar notere yaptırılır.

Açılış onayının noter tarafından yapıldığı hallerde noter, ticaret sicili tasdiknamesini aramak zorundadır. Ancak anonim ve limitet şirketlerin ticaret siciline tescili sırasında defterlerin açılış onayları ticaret sicili müdürlükleri tarafından yapılır. Ticari defterlerin elektronik ortamda tutulması halinde bu defterlerin açılışlarında ve yevmiye defteri ile yönetim kurulu karar defterinin kapanışında noter veya ticaret sicili müdürlüğü onayı aranmaz. Fiziki ortamda veya elektronik ortamda tutulan ticari defterlerin nasıl tutulacağı, defterlere kayıt zamanı, onay yenileme ile açılış ve kapanış onaylarının şekli ve esasları Gümrük ve Ticaret Bakanlığı ile Maliye Bakanlığı’nca müştereken çıkarılan tebliğle belirlenir.

4) Pay defteri, yönetim kurulu karar defteri ve genel kurul toplantı ve müzakere defteri gibi işletmenin muhasebesiyle ilgili olmayan defterler de ticari defterler olarak kabul edilir. Ticaret Bakanlığı, pay defteri, yönetim kurulu karar defteri ile genel kurul toplantı ve müzakere defterinin elektronik ortamda tutulmasını zorunlu kılabilir. Sermaye Piyasası Kanunu hükümleri saklıdır.

5) Bu kanuna tabi gerçek ve tüzel kişiler, Vergi Usul Kanunu’nun defter tutma ve kayıt zamanıyla ilgili hükümleri ile aynı Kanun’un 175’inci ve mükerrer 257’inci maddelerinde yer alan yetkiye istinaden yapılan düzenlemelere uymak zorundadır. Bu kanunun defter tutma, envanter, mali tabloların düzenlenmesi, aktifleştirme, karşılıklar, hesaplar, değerleme, saklama ve ibraz hükümleri 213 sayılı Vergi Usul Kanunu ile diğer vergi kanunlarının aynı hususları düzenleyen hükümlerinin uygulanmasına, vergi kanunlarına uygun olarak vergi matrahının tespit edilmesine ve buna yönelik mali tabloların hazırlanmasına engel teşkil etmez. (Hukuken edemez.)

Defterlerin tutulması ile ilgili Türk Ticaret Kanunu’nun 65’inci maddesi uyarınca;

1) Defterler ve gerekli diğer kayıtlar Türkçe tutulacak; kısaltmalar, rakamlar, harfler ve semboller kullanıldığı takdirde bunların anlamlı açıklamaları yapılacaktır.

2) Defterlere yazımlar ve diğer gerekli kayıtlar eksiksiz, doğru, zamanında ve düzenli olacaktır.

3) Bir yazım veya kayıt, önceki içeriği belirlenemeyecek şekilde çizilemez ve değiştirilemez. Kayıt sırasında mı yoksa daha sonra mı yapıldığı anlaşılmayan değiştirmeler yasaktır.

4) Defterler ve gerekli diğer kayıtlar, olgu ve işlemleri saptayan belgelerin dosyalanması şeklinde veya veri taşıyıcıları aracılığıyla tutulabilir. (Şu şartla ki; muhasebenin bu tutuluş biçimleri ve bu konuda uygulanan yöntemler Türkiye Muhasebe Standartları’na uygun olmalıdır.)

Defterlerin ve gerekli diğer kayıtların elektronik ortamda tutulması durumunda, bilgilerin saklanma süresince bunlara ulaşılmasının ve bu süre içinde bunların her zaman kolaylıkla okunmasının temin edilmiş olması şarttır (zorunludur).

Her tacir, ticari işletmesinin açılışında, taşınmazlarını, alacaklarını, borçlarını, nakit parasının tutarını ve diğer varlıklarını eksiksiz ve doğru bir şekilde gösteren ve varlıkları ile borçlarının değerlerini teker teker belirten bir envanter çıkartmakla yükümlüdür. (Madde: 66)

Tacir açılıştan sonra her faaliyet döneminin sonunda böyle bir envanter düzenlemekle yükümlüdür.

Maddi duran malvarlığına dahil varlıklarla, ham ve yardımcı maddeler ve işletme malzemeleri düzenli olarak ikame ediliyor ve toplam değerleri işletme için ikinci derecede önem taşıyorsa, değişmeyen miktar ve değerle envantere alınırlar; şu şartla ki, bunların mevcutları miktar, değer ve bileşim olarak sadece küçük değişikliklere uğramış olsunlar. Ancak, kural olarak üç yılda bir fiziksel sayım yapılması öngörülmüştür. Veysi Seviğ

https://www.dunya.com/kose-yazisi/ticari-yasamda-defter-kayit-tutma-yukumlulugu/641874

Pazartesi, 06 Aralık 2021 09:51

Geliyor Gelmekte Olan Enflasyon Muhasebesi

90’lı yıllarda akîl baliğ olanlar Türkiye’de iki şeyin patlama yaptığını hatırlayacaktır. İlki Türk pop müziği, ikincisi de enflasyon. %70-80 oranlarındaki enflasyonun normal karşılandığı o yıllarda yüksek enflasyonun suçlusu da bulunmuştu: Enflasyon Canavarı. 2001 yılındaki ekonomik krizden sonra uygulanan ekonomi politikalarının ertesinde inişe geçen enflasyonun yeniden çift haneli rakamlara yükseldiğini ve her geçen gün ivmesini artırdığını görmekteyiz. Maalesef ekonomik görünümde 90’lı yıllara dönüş yaşamaktayız. Bu durumun suçlusu tabii ki “Canavar”dan başkası değil!

Enflasyonun neden olduğu çok sayıda olumsuzluktan birisi de işletmelerin mali tablolarında neden olduğu tahribattır. Zira işletmelerin bilançosundaki varlıklar genellikle tarihi değerler üzerinden gösterildiğinden enflasyon bilançolarda erimeye neden olur. Diğer taraftan, fiyatlar nominal bazda arttığından gelir tablosundaki satış ve kar rakamları şişer ve şirketler sırf bu enflasyon nedeniyle daha fazla vergi ödemek durumunda kalırlar. Neden olduğu birçok olumsuzluk nedeniyle yüksek enflasyon istenen bir durum değildir ve ciddi mücadeleyi gerektirir. Bu mücadele temel olarak merkez bankasının görevidir. Merkez bankasının uygulayacağı para politikası, uygulanacak maliye politikası ile desteklenmelidir.

Enflasyona ilişkin bu girişten sonra konunun vergiyi ilgilendiren kısmına gireceğim. Birkaç hafta önce kaleme aldığım “Enflasyon ve Vergi (Enflasyon Düzeltmesi vs. Yeniden Değerleme) başlıklı yazıda[1], enflasyonun vergi uygulamalarında neden olduğu iki etkiden söz etmiştim. Bunlardan ilki yeniden değerleme oranı, diğeri ise bilançodaki kalemlerin güncellenmesine yönelik yeniden değerleme uygulaması ile enflasyon düzeltmesi idi. 2003 yılında hayatımıza giren enflasyon düzeltmesi sadece 2004 yılında uygulanmış, daha sonra enflasyon düşünce şartlar oluşmadığı için rafa kalkmıştı. Diğer taraftan enflasyon hayatımızda kalmaya devam ettiğinden iki defa yeniden değerleme yapılmasına imkan tanınmış, en son da enflasyon düzeltmesinin yapılmadığı yıllarda yeniden değerleme imkanı kalıcı hale getirilmişti.

Enflasyon düzeltmesi, Vergi Usul Kanunu (VUK)’nun mükerrer 298. maddesinde düzenlenmiştir. Söz konusu düzenleme uyarınca, kazançlarını bilanço esasına göre tespit eden gelir ve kurumlar vergisi mükellefleri fiyat endeksindeki (Yİ-ÜFE) artışın, içinde bulunulan dönem dahil son üç hesap döneminde %100'den ve içinde bulunulan hesap döneminde % 10'dan fazla olması halinde malî tablolarını enflasyon düzeltmesine tâbi tutarlar. Enflasyon düzeltmesi uygulaması, her iki şartın birlikte gerçekleşmemesi halinde sona erer. Cumhurbaşkanı %100 oranını %35'e kadar indirmeye veya tekrar kanunî seviyesine kadar yükseltmeye, %10 oranını ise %25'e kadar çıkarmaya veya tekrar kanunî seviyesine kadar indirmeye yetkilidir.

Görüldüğü üzere, literatürde “enflasyon muhasebesi” olarak kullanılan enflasyon düzeltmesinin uygulanması için iki şartın birlikte sağlanması gerekmektedir: Yİ-ÜFE artış oranının 1) son üç hesap döneminde (son 36 ay) %100, 2) son 12 aylık dönemde ise %10’dan (Cumhurbaşkanı oranı artırırsa %25) fazla olması.

TÜİK’in Kasım-2021 dönemine ilişkin olarak açıkladığı Yİ-ÜFE rakamları 2021 yılında enflasyon düzeltmesi uygulanacağını ufukta göstermiştir. TÜİK’in açıkladığı rakamlar aşağıdaki tabloda yer almaktadır.

Yİ-ÜFE değeri

Kasım-2021 Artış Oranı

Aralık 2018

422.94

%103

Aralık 2020

568.27

%51

Kasım-2021

858.43

Yukarıdaki verilerden görüldüğü üzere, Kasım-2021 itibariyle 2021 yılı için enflasyon düzeltmesinin her iki şartı da sağlanmış durumdadır. Bu durumda, enflasyon Aralık ayında mucizevi bir şekilde düşmezse (negatife dönmezse) veya sihirli bir el Aralık ayındaki enflasyon oranını negatife çevirmezse 2021 yılında enflasyon düzeltmesi uygulanacaktır.

Bu durumda akla ilk gelen soru, 7326 sayılı Yapılandırma Kanunu kapsamında taşınmazlarını ve amortismana tabi iktisadi kıymetlerini yeniden değerlemeye tabi tutup değer artışı üzerinden %2 vergi ödeyenlerin ödedikleri bu vergilerin ne olacağıdır. 2021 yılı sonunda enflasyon düzeltmesi yapılacak olması nedeniyle, 7326 sayılı Kanunla yapılmış olan yeniden değerlemenin bir anlamı kalmamıştır. Zira enflasyon düzeltmesi yapılmasıyla birlikte bilançodaki parasal olmayan bütün kalemler Yİ-ÜFE ile endekslenecektir. Bu durumda, 7326 sayılı Kanun kapsamında halihazırda yeniden değerleme yapmış olanlar boşuna %2’lik vergi ödeme durumuna düşmüş bulunmaktadırlar. Yeniden değerlemeden yararlanmak mükellefler açısından bir hak ve ihtiyari olduğundan, ödenmiş olan bu %2’lik verginin yasal bir düzenleme olmadığı sürece iadesi söz konusu olmayacaktır. Ancak mevcut durumda hakkaniyetli olmak adına ödenen bu verginin en azından gelecekte ödenecek vergilerden mahsubuna imkan tanımak gerekir. Diğer taraftan Maliye, “basiretli iş adamı gibi davransaydınız” diyebilir. Bu durumda, ödeme yapanların devlete “bağışlarının” sevabını Allah kabul etsin demekten başka diyecek bir söz bulunmuyor… Numan Emre Ergin

Hayatımıza yeniden girecek olan enflasyon düzeltmesinin karmaşık düzenlemelerini hatırlamakta fayda bulunmaktadır. O da artık başka bir yazıya… 

Sözün özü: Az gittikuz gittik; dere tepe düz gittik. Çayır çimen geçerek, lale, sümbül biçerek, altı ayla bir güzde, bir arpa boyu yol gittik.

[1] https://www.dunya.com/kose-yazisi/enflasyon-ve-vergi-enflasyon-duzeltmesi-vs-yeniden-degerleme/639003

https://www.dunya.com/kose-yazisi/geliyor-gelmekte-olan-enflasyon-muhasebesi/641883

T.C.

YARGITAY

22. Hukuk Dairesi

Karar No. 2020/450

Tarihi: 16/01/2020

» İlave Tediye Alacağının Yasal Faize Tabi Olduğu

» Toplu İş Sözleşmesinde İlave Tediye Alacağı İçin Kanun Metninin Tekrarlanmış Olması İlave Tediye Alacağının Kanunda Doğduğu Gerçeğini Değiştiremeyeceği

ÖZET: 6772 sayılı Kanun’un 4. maddesine göre, ilave tediye alacağının ödeme zamanını, Bakanlar Kurulu belirler. Bakanlar Kurulunun kararı ile ilave tediye alacağı muaccel hale gelir. İlave tediye hesabı, Bakanlar Kurulunun belirlediği ödeme tarihlerindeki ücrete göre yapılmalıdır. Ödeme zamanı taraflarca kararlaştırılmadığında, Borçlar Kanunu’nun 101. maddesi uyarınca, temerrüt için alacaklının ihtarına gerek vardır. İlave tediye alacağı Kanun’dan kaynaklandığından, talep halinde temerrüt tarihinden itibaren yasal faiz yürütülmelidir. Toplu iş sözleşmelerinde bulunan, 6772 sayılı Kanun maddesinin tekrarından ibaret hükümler, alacağın dayanağının ilgili Kanun olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğinden, bu durumlarda dahi yasal faize karar verilmelidir.
Somut uyuşmazlıkta ise Mahkemece hüküm yerinde ilave tediye alacağı bakımından hesaplama dönemine ait Toplu İş Sözleşmelerinde düzenlemekle bulunmakla birlikte bu düzenlemelerde 6772 Sayılı Kanuna atıfta bulunularak ödeme tarihlerini Bakanlar Kurulunun belirleyeceği belirtilmiştir. Şu halde; 6772 sayılı Kanun’dan kaynaklanan ilave tediye alacağına dava ve ıslah tarihinden itibaren faize hükmedilmesi gerekirken toplu iş sözleşmesi kaynaklı alacaklarda olduğu gibi “ödeme tarihinden” faiz yürütülmesi de hatalı olmuştur.

DAVA: Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi taraf vekillerince istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Davacı İsteminin Özeti:

Davacı vekili, davacının davalı … İdaresine devredilen … Belediyesinde işçi olarak 14/07/1992 tarihinde çalışmaya başladığını, 30/03/2014 tarihinde devredildiğini belirterek bu tarihe kadar ödenmeyen belediye bünyesindeki çalışmaları nedeniyle hak kazandığı toplu iş sözleşmesi kaynaklı alacaklarının davalıdan tahsilini talep etmiştir.

Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili, davacının taleplerinin haksız olduğunu ve zamanaşımına uğradığını beyan ederek davanın reddini talep etmiştir.

Mahkeme Kararının Özeti:

Mahkemece, toplanan delillere göre ve bilirkişi raporu doğrultusunda davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Temyiz: Karar, taraf vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.

Gerekçe:

1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davacının nedenleri bildirilmeyen temyiz itirazları ile davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2-Taraflar arasında, ıslaha karşı zamanaşımı def’i konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.

Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu “eksik bir borç” haline dönüştürür ve “alacağın dava edilebilme özelliğini ortadan kaldırır.

Bu itibarla zamanaşımı savunması ileri sürüldüğünde, eğer savunma gerçekleşirse hakkın dava edilebilme niteliği ortadan kalkacağından, artık mahkemenin işin esasına girip onu incelemesi mümkün değildir.

4857 sayılı Kanundan daha önce yürürlükte bulunan 1475 sayılı Yasada ücret alacaklarıyla ilgili olarak özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediği halde, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 32/8 maddesinde, işçi ücretinin beş yıllık özel bir zamanaşımı süresine tabi olduğu açıkça belirtilmiştir. Ancak bu Kanundan önce tazminat niteliğinde olmayan, ücret niteliği ağır basan işçilik alacakları, Borçlar Kanununun 126/1 maddesi (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu 147) uyarınca beş yıllık zamanaşımına tabidir.5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7’nci maddesinde, iş mahkemelerinde sözlü yargılama usulü uygulanır. Ancak 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 447’inci maddesi ile sözlü yargılama usulü kaldırılmış, aynı yasanın 316 ve devamı maddeleri gereğince iş davaları için basit yargılama usulü benimsenmiştir.

Sözlü yargılama usulünün uygulandığı dönemde zamanaşımı def’i ilk oturuma kadar ve en geç ilk oturumda yapılabilir. Ancak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlükte olduğu dönemde 319 uncu madde hükmü uyarınca savunmanın değiştirilmesi yasağı cevap dilekçesinin verilmesiyle başlayacağından, zamanaşımı def’i cevap dilekçesi ile ileri sürülmelidir. 01.10.2011 tarihinden sonraki dönemde ilk oturuma kadar zamanaşımı definin ileri sürülmesi ve hatta ilk oturumda sözlü olarak bildirilmesi mümkün değildir. Dava konusunun ıslah yoluyla arttırılması durumunda, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümlerinin uygulandığı dönemde, ıslah dilekçesinin tebliğini izleyen ilk oturuma kadar ya da ilk oturumda yapılan zamanaşımı defi de ıslaha konu alacaklar yönünden hüküm ifade eder. Ancak Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamada, 317/2 ve 319. maddeler uyarınca ıslah dilekçesinin davalı tarafa tebliği üzerine iki haftalık süre içinde ıslaha konu kısımlar için zamanaşımı def’inde bulunulabileceği kabul edilmelidir.

Dosya içeriğinden, 24/05/2016 tarihli ıslah işlemine ilişkin dilekçenin davalıya 31/05/2016 tarihinde tebliğ edildiği anlaşılmaktadır. Davalı ıslaha karşı süresi içinde 01/06/2016 tarihinde beyan dilekçesi vererek ıslaha karşı zamanaşımı def’i ileri sürmüştür. Davalı vekilinin ıslaha karşı zamanaşımı def’inin değerlendirilmesi gerekirken ıslaha karşı zamanaşımının değerlendirilmemesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

3-Mahkemece toplu iş sözleşmesi kaynaklı alacaklara “ödeme tarihlerinden” itibaren faiz yürütüldüğü ifade edilmiştir. Ne var ki; gerek mahkeme gerekçesi ve hükümde gerekse hükme esas alınan bilirkişi raporunda ödeme tarihleri bir başka deyişle temerrüt tarihleri açıkça belirtilmemiştir. Hüküm fıkrasında her bir alacak kalemi yönünden faiz başlangıç tarihlerinin açıkça gösterilmemesi infazda tereddüde sebebiyet verir. Bu sebeple, mahkemece infaz kolaylığı sağlamak açısından, söz konusu alacakların toplu iş sözleşmelerine göre temerrüt tarihleri ayrı ayrı belirlenip hüküm fıkrasında gösterilmek suretiyle alacaklara faiz işletilmesi sağlanmalıdır .Öte yandan, 6772 sayılı Kanun‘un 4. maddesine göre, ilave tediye alacağının ödeme zamanını, Bakanlar Kurulu belirler. Bakanlar Kurulunun kararı ile ilave tediye alacağı muaccel hale gelir. İlave tediye hesabı, Bakanlar Kurulunun belirlediği ödeme tarihlerindeki ücrete göre yapılmalıdır. Ödeme zamanı taraflarca kararlaştırılmadığında, Borçlar Kanunu’nun 101. maddesi uyarınca, temerrüt için alacaklının ihtarına gerek vardır. İlave tediye alacağı Kanun’dan kaynaklandığından, talep halinde temerrüt tarihinden itibaren yasal faiz yürütülmelidir. Toplu iş sözleşmelerinde bulunan, 6772 sayılı Kanun maddesinin tekrarından ibaret hükümler, alacağın dayanağının ilgili Kanun olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğinden, bu durumlarda dahi yasal faize karar verilmelidir. Somut uyuşmazlıkta ise Mahkemece hüküm yerinde ilave tediye alacağı bakımından hesaplama dönemine ait Toplu İş Sözleşmelerinde düzenlemekle bulunmakla birlikte bu düzenlemelerde 6772 Sayılı Kanuna atıfta bulunularak ödeme tarihlerini Bakanlar Kurulunun belirleyeceği belirtilmiştir. Şu halde; 6772 sayılı Kanun’dan kaynaklanan ilave tediye alacağına dava ve ıslah tarihinden itibaren faize hükmedilmesi gerekirken toplu iş sözleşmesi kaynaklı alacaklarda olduğu gibi “ödeme tarihinden” faiz yürütülmesi de hatalı olmuştur.

Mahkemece bu hususlar gözetilmeden karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebeplerden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgililere iadesine 16/01/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

T.C.

YARGITAY

22. Hukuk Dairesi

Esas No. 2016/27682

Karar No. 2020/619

Tarihi: 20/01/2020

» Haklı Fesih Hakkını Tarafların Altı İşgünü İçinde Kullanmaması Halinde Feshin Haksız Feshe Dönüşeceği

» Altı İş Günlük Sürenin Hak Düşürücü Süre Olduğu

» Altı İş Günlük Sürenin İşçi veya İşverenin Olayı Öğrendiği Gün Başlayacağı, Olayı Öğrenme Gününün Sayılmayacağı

» Haklı Fesih Sebebi Devamlı Olması Halinde Hak Düşürücü Sürenin İşlemeyeceği

ÖZET: 4857 sayılı Kanun’un 26. maddesinde, fesih sebebinin öğrenildiği tarih ile olayın gerçekleştiği tarih başlangıç esas alınmak üzere iki ayrı süre öngörülmüştür. Bu süreler içinde fesih yoluna gitmeyen işçi ya da işverenin feshi, haklı bir feshin sonuçlarını doğurmaz. Bu süre, feshe neden olan olayın diğer tarafça öğrenilmesinden itibaren altı işgünü ve herhalde fiilin gerçekleştiği tarihten itibaren bir yıl olarak belirlenmiştir. 4857 sayılı Kanun’da, işçinin maddî çıkar sağlamış olması halinde bir yıllık sürenin işlemeyeceği öngörülmüştür. O halde, haklı feshe neden olan olayda işçinin maddî bir menfaati olmuşsa, altı işgününe riayet etmek koşuluyla olayın üzerinden ne kadar süre geçerse geçsin işverenin haklı fesih imkânı vardır. Altı iş günlük süre işçi ya da işverenin haklı feshe neden olan olayı öğrendiği günden itibaren işlemeye başlar. Olayı öğrenme günü hesaba katılmaksızın, takip eden iş günleri sayılarak altıncı günün bitiminde haklı fesih yetkisi sona erer. İşverenin tüzel kişi olması durumunda altı işgünlük süre feshe yetkili merciin öğrendiği günden başlar. Bu konuda müfettiş soruşturması yapılması, olayın disiplin kurulunca görüşülmesi süreyi başlatmaz. Olayın feshe yetkili kişi ya da kurula intikal ettirildiği gün, altı iş günlük sürenin başlangıcını oluşturur. Bir yıllık süre ise her durumda olayın gerçekleştiği günden başlar. Haklı fesih sebebinin devamlı olması durumunda hak düşürücü süre işlemez.

DAVA: Davacı vekili, müvekkilinin iş akdini haklı nedenle feshettiğini iddia ederek kıdem tazminatının hüküm altına alınmasını talep etmiştir. Davalı vekili, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, toplanan deliller ve bilirkişi raporuna dayanılarak davanın kabulüne karar verilmiştir. Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir. Mahkemece 13/06/2016 tarihli ek kararla, davalı vekilinin temyiz isteminin süresi içerisinde yapılmadığı gerekçesiyle reddine karar verilmiş, red kararı da davalı vekilince temyiz edilmiştir. 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun geçici 1. maddesi uyarınca, yürürlüğü devam eden, 5308 sayılı Kanun’la değişikliğe uğramadan önceki 8. maddesi hükmü uyarınca, iş mahkemesinden verilen kararlar, yüze karşı verilmişse tefhimi, yoklukta verilmiş ise tebliği tarihinden itibaren sekiz gün içinde temyiz olunabilir.

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu‘nun 321. maddesinin 2. fıkrasında, “Kararın tefhimi, mahkemece hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanması ile gerçekleşir. Ancak zorunlu hallerde, hakim bu durumun sebebini de tutanağa geçirmek suretiyle, sadece hüküm özetini tutanağa yazdırarak kararı tefhim edebilir. Bu durumda gerekçeli kararın en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılması gerekir.” hükmü düzenlenmiştir. Bu sebeple, basit yargılamada 6100 sayılı Kanun’un 297/2. maddesindeki unsurları taşıyan hükmün, 6100 sayılı Kanun’un 321. maddesi uyarınca gerekçeli olarak açıklanması zorunludur.

Somut olayda, Mahkemece, karar, davalı vekilinin de hazır olduğu 24/03/2016 tarihli celsede tefhim edilmiş ise de, hükme ilişkin tüm hususlar gerekçesi ile birlikte açıklanmadığından, tefhim, 6100 sayılı Kanunun 321. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca usulsüzdür. Bu halde, temyiz süresi gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlayacaktır. Davalı vekilinin 25/05/2016 tarihinde kararı temyiz ettiği, gerekçeli kararın ise 18/05/2016 tarihinde davalı vekiline tebliğ edildiği anlaşılmaktadır. Bu halde, temyiz süresinde olup, mahkemece, temyiz isteminin reddine dair tesis edilen ek karar usul ve kanuna aykırıdır. Anılan sebeple, ek karara yönelik temyiz isteminin kabulü ile mahkemenin 13/06/2016 tarihli EK KARARININ BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA karar verildi.

Davacı İsteminin Özeti:

Davacı vekili, davacının 04/06/2008 tarihinde davalı işyerinde çalışmaya başladığını, müvekkil çalıştığı süre boyunca satın alma müdürü olan … ile sorunlar yaşadığını ve hakaretlere maruz kaldığını, son olarak satın alma müdürünün müvekkili sinkaflı sözlerle kovması üzerine müvekkilin davalı şirkette çalışmaya devam edebilme imkanının kalmadığını, 4857 sayılı İş Kanununun 24. maddesinin ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri bölümünün (b) bendi düzenlemesine dayanarak iş sözleşmesini haklı nedenle feshettiğini iddia ederek kıdem tazminatının hüküm altına alınmasını talep etmiştir.

Davalı Cevabının Özeti:

Davalı vekili, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkeme Kararının Özeti:

Mahkemece toplanan deliller ve bilirkişi raporu doğrultusunda feshin haklı nedene dayandığı kabul edilerek kıdem tazminatının kabulüne karar verilmiştir.

Temyiz: Kararı davalı vekili temyiz etmiştir.

Gerekçe:

1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2-Taraflar arasında iş sözleşmesinin davacı işçi tarafından feshinin 6 iş günlük sürede yapılıp yapılmadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır .İşçi veya işveren bakımından haklı fesih nedenlerinin ortaya çıkması halinde, iş sözleşmesinin diğer tarafının sözleşmeyi haklı sebeple fesih yetkisin kullanma süresi sınırsız değildir. Bu bakımdan 4857 sayılı Kanun’un 26. maddesinde, fesih sebebinin öğrenildiği tarih ile olayın gerçekleştiği tarih başlangıç esas alınmak üzere iki ayrı süre öngörülmüştür.

Bu süreler içinde fesih yoluna gitmeyen işçi ya da işverenin feshi, haklı bir feshin sonuçlarını doğurmaz. Bu süre, feshe neden olan olayın diğer tarafça öğrenilmesinden itibaren altı işgünü ve herhalde fiilin gerçekleştiği tarihten itibaren bir yıl olarak belirlenmiştir. 4857 sayılı Kanun’da, işçinin maddî çıkar sağlamış olması halinde bir yıllık sürenin işlemeyeceği öngörülmüştür. O halde, haklı feshe neden olan olayda işçinin maddî bir menfaati olmuşsa, altı işgününe riayet etmek koşuluyla olayın üzerinden ne kadar süre geçerse geçsin işverenin haklı fesih imkânı vardır. Altı iş günlük süre işçi ya da işverenin haklı feshe neden olan olayı öğrendiği günden itibaren işlemeye başlar. Olayı öğrenme günü hesaba katılmaksızın, takip eden iş günleri sayılarak altıncı günün bitiminde haklı fesih yetkisi sona erer. İşverenin tüzel kişi olması durumunda altı işgünlük süre feshe yetkili merciin öğrendiği günden başlar. Bu konuda müfettiş soruşturması yapılması, olayın disiplin kurulunca görüşülmesi süreyi başlatmaz. Olayın feshe yetkili kişi ya da kurula intikal ettirildiği gün, altı iş günlük sürenin başlangıcını oluşturur. Bir yıllık süre ise her durumda olayın gerçekleştiği günden başlar. Haklı fesih sebebinin devamlı olması durumunda hak düşürücü süre işlemez. Yine işyerinde işi yavaşlatma ve üretimi düşürme eyleminin süreklilik göstermesi durumunda, altı iş günlük süre eylemin bittiği tarihten başlar. 4857 sayılı Kanun’un 26. maddesinde öngörülen altı iş günlük ve bir yıllık süreler ayrı ayrı hak düşürücü niteliktedir. Bir başka anlatımla fesih hakkının öğrenmeden itibaren altı iş günü ve olayın gerçekleşmesinden itibaren bir yıl içinde kullanılması şarttır. Sürelerden birinin dahi geçmiş olması haklı fesih imkânını ortadan kaldırır. Hak düşürücü süre niteliğinden dolayı, taraflarca ileri sürülmese dahi, hâkim tarafından resen dikkate alınmak zorundadır. Yukarıda değinilen altı iş günlük ve bir yıllık hak düşürücü süreler, işçi açısından 24/II madde, işveren açısından ise 25/II maddede belirtilen sebeplere dayanan fesihler yönünden aranmalıdır. Bu itibarla, geçerli nedene dayanan fesih durumlarında, 26. maddede öngörülen hak düşürücü süreler işlemez.

Somut olayda, 14.07.2014 tarihli disiplin kurulu toplantı tutanağına göre satın alma müdürünün 08.07.2014 tarihinde yazdığı yazı ile davacı ile artık çalışamayacağını, kendi biriminden alınıp başka birime verilmesini bildirdiği, davacının kurula sevkinin uygun görüldüğü, izinden söndükten sonra savunmasının istenerek görevinin değiştirilmesine ve yeni görev yerinin izin dönüşü belirlenmesine karar verildiği, davacının 08.07.2014 – 18.08.2014 tarihleri arasında izin kullandığı, 18.08.2014-06.09.2014 tarihleri arasında ise raporlu olduğu ve davacının iş başı yapması gereken 08.09.2014 tarihinde ihtarnamesi ile satın alma müdürünün kendisine sinkaflı sözler söylemesi sebebi ile iş akdini 4857 sayılı Yasa’nın 24 II/b maddesi gereğince haklı nedenle feshettiğini bildirdiği görülmüştür. Yargılama esnasında dinlenen davacı tanıklarınca, davacıya satın alma müdürü tarafından sinkaflı şekilde hakaret edildiği ardından genel müdür tarafından davacının yıllık izne çıkartıldığı beyan edilmiş olup tüm dosya içerisindeki tutanaklar, yıllık izin belgeleri ve tanık beyanları birlikte değerlendirildiğinde davacının iş akdini feshine sebebiyet veren küfür olayının 08.07.2014 tarihinde gerçekleştiği ve davacının aynı gün yıllık izne çıktığı, izin bitiminde rapor kullandığı ve rapor sonunda 08.09.2014 tarihli ihtarnamesi ile iş akdini 4857 sayılı Kanun’un 26. maddesindeki 6 iş günü olan hak düşürücü süre geçtikten sonra feshettiği anlaşılmakla dava konusu kıdem tazminatının reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle kabulü hatalı olup bozma sebebidir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 20/01/2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.

T.C.

YARGITAY

22. Hukuk Dairesi

Esas No. 2016/28668

Karar No. 2020/898

Tarihi: 21/01/2020

» Devamsızlığın Her Durumda Haklı Fesih Nedeni Olmadığı

» Devamsızlıktan Söz Edebilmek İçin Devamsızlık Günlerinde Hiç Çalışılmamış Olmasının Gerektiği

» Devamsızlık Saatlerinin Toplanarak Belirli Gün Sayısına Ulaşılamayacağı

» Bilirkişinin, Hakimin Görev Alanına Giren Konulara Değinip Feshin Haklı-Haksız Nitelendirmesi Yapamayacağı

ÖZET: İşçinin hastalığı, aile fertlerinden birinin ya da yakınlarının ölümü veya hastalığı, işçinin tanıklık ve bilirkişilik yapması gibi haller, işe devamsızlığı haklı kılan nedenlerdir. Mazeretin ispatı noktasında, sahteliği ileri sürülüp kanıtlanmadığı sürece özel sağlık kuruluşlarından alınan raporlara da değer verilmelidir. Devamsızlık süresi, ardı ardına iki işgünü veya bir ay içinde iki defa herhangi bir tatil gününden sonraki iş günü ya da bir ayda üç işgünü olmadıkça, işverenin haklı fesih imkanı yoktur. Belirtilen işgünlerinde hiç çalışmamış olunması gerekir. Devamsızlık saatlerinin toplanması suretiyle belli bir gün sayısına ulaşılmasıyla işverenin haklı fesih imkanı doğmaz…

Dosya içeriğinde yer alan ölüm belgesinden davacının annesinin 13.10.2014 tarihinde vefat ettiği görülmektedir. Davalı işveren ise davacının 14.10.2014, 15.10.2014 ve 16.10.2014 tarihleri için devamsızlık yaptığını ileri sürerek iş akdini haklı nedenle feshettiğini savunmuştur. Davacının annesinin ölüm tarihi de gözetildiğinde devamsızlığının haklı nedene dayandığı anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporunda, raporu düzenleyen bilirkişinin görev yetkisini aşarak feshin haklılığını değerlendirip, mütalaada bulunduğu görülmektedir. Görevi sadece dava konusu alacakların hesabının yapılması ile sınırlı olan bilirkişinin, münhasıran mahkemenin yetkisinde olan hususlarda görüş belirtmesi de doğru değildir.

DAVA: Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi taraf vekillerince istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Davacı İsteminin Özeti:

Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; müvekkilinin 2011 yılı Ocak ayından 16.10.2014 tarihine kadar davalı şirkette “gece bekçisi” olarak çalıştığını, …’da ikamet eden annesinin 13.10.2014 tarihinde vefat ettiğini ve annesinin cenazesine gideceğini davalı şirkete telefonla bildirerek …’a gittiğini, ancak cenazeye gidilen tarihlerde işe gelinmediği gerekçesi hakkında tutanaklar düzenlendiğini ve iş akdinin haksız olarak feshedildiğini ileri sürerek kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, yıllık izin ücreti, fazla mesai ücreti alacağı, ulusal bayram ve genel tatil alacaklarının davalıdan tahsilini talep etmiştir.

Davalı Cevabının Özeti:

Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle, davacının müvekkili şirketteki çalışmasının 02.08.2014 tarihinde başladığını, daha önceki çalışmalarının başka şirketler bünyesinde geçtiğini, davacının işyerine ve amirlerine haber vermeksizin izinsiz ve mazeretsiz olarak 14-15-16.10.2014 tarihleri arasında işe gelmediğinden 4857 sayılı İş Yasası 25/11-g maddesi uyarınca sözleşmenin haklı nedene dayalı olarak feshedildiğini, işyerinde fazla mesai yapıldığında bu durumun bordrolara yansıtıldığını, yıllık izinlerini kullanan davacının çalıştığı süre boyunca hafta tatilleri ve resmi tatiller ile dini bayramlarda çalışıp yıllık ücretli izinlerini kullandığını beyanla davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.

Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve tanık beyanlarına göre feshin işveren tarafından yapıldığı ve haksız olduğu kanaatiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Temyiz Başvurusu:

Karar, taraf vekillerince süresinde temyiz edilmiştir.

Gerekçe:

1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalının tüm, davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2-Davacının iş sözleşmesinin, işçinin devamsızlıkta bulunması nedeniyle işverence haklı olarak feshedilip feshedilmediği noktasında taraflar arasında uyuşmazlık söz konusudur.

4857 sayılı İş Kanununun 25 inci maddesinin (II) numaralı bendinin (g) alt bendinde, “işçinin işverenden izin almaksızın veya haklı bir sebebe dayanmaksızın ardı ardına iki işgünü veya bir ay içinde iki defa herhangi bir tatil gününden sonraki iş günü yahut bir ayda üç işgünü işine devam etmemesi” halinde, işverenin haklı fesih imkanının bulunduğu kurala bağlanmıştır. İşverenin ücretli ya da ücretsiz olarak izin verdiği bir işçinin, izin süresince işyerine gitmesi beklenemeyeceğinden, bu durumda bir devamsızlıktan söz edilemez. Ancak yıllık izin zamanını belirlemek işverenin yönetim hakkı kapsamında olduğundan, işçinin kendiliğinden ayrılması söz konusu olamaz. İşçinin yıllık iznini kullandığını belirterek işyerine gelmemesi, işverence izinli sayılmadığı sürece devamsızlık halini oluşturur

İşçinin işe devamsızlığı, her durumda işverene haklı fesih imkanı vermez. Devamsızlığın haklı bir nedene dayanması halinde, işverenin derhal ve haklı nedenle fesih imkanı bulunmamaktadır İşçinin hastalığı, aile fertlerinden birinin ya da yakınlarının ölümü veya hastalığı, işçinin tanıklık ve bilirkişilik yapması gibi haller, işe devamsızlığı haklı kılan nedenlerdir. Mazeretin ispatı noktasında, sahteliği ileri sürülüp kanıtlanmadığı sürece özel sağlık kuruluşlarından alınan raporlara da değer verilmelidir. Devamsızlık süresi, ardı ardına iki işgünü veya bir ay içinde iki defa herhangi bir tatil gününden sonraki iş günü ya da bir ayda üç işgünü olmadıkça, işverenin haklı fesih imkanı yoktur. Belirtilen işgünlerinde hiç çalışmamış olunması gerekir. Devamsızlık saatlerinin toplanması suretiyle belli bir gün sayısına ulaşılmasıyla işverenin haklı fesih imkanı doğmaz. Somut olayda, davacı, annesinin vefatı nedeniyle işe gidemediğini, bu durumu telefonla işyeri yetkilisine bildirdiğini, buna rağmen iş sözleşmesinin işveren tarafından haksız olarak feshedildiğini iddia etmiş, davalı ise davacının amirlerinden izin almaksızın işyerini terketmesi ve devamsızlık yapması nedeniyle sözleşmenin haklı nedenle feshedildiğini savunmuştur. Yukarıda yer alan ilke kararında da belirtildiği üzere işçinin hastalığı, aile fertlerinden birinin ya da yakınlarının ölümü veya hastalığı, işçinin tanıklık ve bilirkişilik yapması gibi haller, işe devamsızlığı haklı kılan nedenlerdir. Dosya içeriğinde yer alan ölüm belgesinden davacının annesinin 13.10.2014 tarihinde vefat ettiği görülmektedir. Davalı işveren ise davacının 14.10.2014, 15.10.2014 ve 16.10.2014 tarihleri için devamsızlık yaptığını ileri sürerek iş akdini haklı nedenle feshettiğini savunmuştur. Davacının annesinin ölüm tarihi de gözetildiğinde devamsızlığının haklı nedene dayandığı anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporunda, raporu düzenleyen bilirkişinin görev yetkisini aşarak feshin haklılığını değerlendirip, mütalaada bulunduğu görülmektedir. Görevi sadece dava konusu alacakların hesabının yapılması ile sınırlı olan bilirkişinin, münhasıran mahkemenin yetkisinde olan hususlarda görüş belirtmesi de doğru değildir.

Tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde, davacının annesinin ölümü nedeniyle devamsızlık yaptığı ve bu sebeple işe devamsızlığının haklı sebebe dayandığı anlaşıldığından, işverence yapılan feshin haklı nedene dayanmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. Bu maddi ve hukuki olgular nazara alındığında kıdem ve ihbar tazminatı taleplerinin kabulü gerekirken yazılı gerekçeyle reddine karar verilmiş olması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı nedenle BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgililere iadesine, 21.01.2020 gününde oybirliği ile karar verildi.

Danıştay 4. Dairesi İptal Kararı E.2018/459

ÖZET: Danıştay 4. Dairesi, 30.09.2021 tarihli ve E.2018/459, K.2021/4770 sayılı kararında 31/10/2011 tarih ve 28101 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Tarhiyat Öncesi Uzlaşma Yönetmeliği’nin 9’uncu maddesinin 3’üncü fıkrasında yer alan “İncelemenin sonuçlandığı tarihte tarh zamanaşımının sona ermesine üç aydan az bir zaman kalması halinde mükellefe uzlaşma talebinde bulunup bulunmadığı sorulmaz ve uzlaşma talebinde bulunmaya davet edilmez.” şeklindeki kısmının iptali talebiyle açılan davada ilgili cümleyi hukuka aykırı bularak iptal etmiştir.

213 sayılı Vergi Usul Kanununun Ek 11’inci maddesinin son fıkrasıyla verilen yetki kapsamında 31/10/2011 gün ve 28101 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Tarhiyat Öncesi Uzlaşma Yönetmeliği‘nin “Uzlaşma Talep Süresi” ne ilişkin açıklamalar yapılan 9’uncu maddesinin son fıkrasında, “incelemenin sonuçlandığı tarihte tarh zamanaşımının sona ermesine üç aydan az bir zaman kalması halinde mükellefe uzlaşma talebinde bulunup bulunulmadığının sorulmayacağı ve tarhiyat öncesi uzlaşma talebinde bulunmaya davet edilmeyeceği” düzenlenmesi yer almaktadır.

Danıştay 4. Dairesi kararında VUK Ek 11’nci maddede düzenlenen tarhiyat öncesi uzlaşmada, sınırlama getirilmemiş usulsüzlük ve özel usulsüzlük cezaları da dahil verginin tarhı ve cezanın kesilmesinden önce uzlaşma yapılmasına olanak tanındığı gibi, uzlaşma süresine ilişkin bir sınırlama da öngörülmediğini, vergi incelemesine dayandırılan tarh edilecek vergi ve kesilecek cezalarda mükelleflerin verginin tarh edilmesi ya da cezanın kesilmesinden önce; incelemenin başladığı tarihten, inceleme ile ilgili son tutanağın düzenlendiği tarihe kadar uzlaşma talebinde bulunmaları mümkün olduğunu, VUK Ek 11’inci maddesinin son fıkrasıyla Hazine ve Maliye Bakanlığı’na verilen yetki çerçevesinde çıkarılan, Kanun’da yer alan hükümleri açıklayan ve ayrıntıları düzenleyen Tarhiyat Öncesi Uzlaşma Yönetmeliği’nin iptali istenen 9’uncu maddesinin son fıkrasında ise tarhiyat öncesi uzlaşmada, tarh zamanaşımının sona ermesine üç aydan az süre kalması halinde, mükelleflerin bu haktan yararlanmalarının engellenmesinin kanunda öngörülmeyen bir sınırlamanın tebliğle yapılması sonucunu doğuracağını, bu durumun kuvvetler ayrılığı ilkesine ters düştüğü gibi fonksiyon gaspına da yol açacağından ilgili düzenlemede hukuka uygunluk bulunmadığı sonucuna ulaşarak, 31/10/2011 gün ve 28101 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Tarhiyat Öncesi Uzlaşma Yönetmeliği’nin 9’uncu maddesinin 3’üncü fıkrasında yer alan “İncelemenin sonuçlandığı tarihte tarh zamanaşımının sona ermesine üç aydan az bir zaman kalması halinde mükellefe uzlaşma talebinde bulunup bulunmadığı sorulmaz ve uzlaşma talebinde bulunmaya davet edilmez. ”

şeklindeki cümlesinin iptaline karar vermiştir.

Kaynak: TÜRMOB

T.C.

YARGITAY

22. Hukuk Dairesi

Esas No: 2017/26700

Karar No: 2020/105

Tarihi: 13/01/2020

» Yıllık İzin Hakkının Ücrete Dönüşmesi İçin İş sözleşmesinin Herhangi Bir Nedenle Sona Ermiş Olmasının Gerektiği

» İzin Hakkının Ücrete Dönüşmesi İçin Feshin Haklı Olup Olmadığının Öneminin Olmadığı

» Yıllık İznin Kullandırıldığının İspatını İşverenin İşçinin İmzası Bulunan Yıllık İzin Defteri veya Eşdeğer Yazılı Belge İle Yapmasının Gerektiği

» Yıllık İzin Hakkının Ücrete Dönüştüğü Durumlarda Zamanaşımı Süresinin Fesihle Başlayacağı

ÖZET: 4857 sayılı İş Kanununun 59.maddesinde, iş sözleşmesinin herhangi bir nedenle sona ermesi halinde, işçiye kullandırılmayan yıllık izin sürelerine ait ücretlerin son ücret üzerinden ödeneceği hükme bağlanmıştır. Yıllık izin hakkının ücrete dönüşmesi için iş sözleşmesinin feshi şarttır. Bu noktada, sözleşmenin sona erme şeklinin ve haklı nedene dayanıp dayanmadığının önemi bulunmamaktadır. Yıllık izinlerin kullandırıldığı noktasında ispat yükü işverene aittir. İşveren yıllık izinlerin kullandırıldığını imzalı izin defteri veya eşdeğer bir belge ile kanıtlamalıdır. Bu konuda ispat yükü üzerinde olan işveren, işçiye yemin teklif edebilir. Akdin feshi halinde kullanılmayan yıllık izin sürelerine ait ücret, işçinin kendisine veya hak sahiplerine ödenir. Böylece, iş sözleşmesinin feshinde kullanılmayan yıllık ücretli izin hakkı izin alacağına dönüşür. Bu nedenle zamanaşımı da iş sözleşmesinin feshinden itibaren işlemeye başlar.

DAVA: Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, temyiz talebinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Davacı İsteminin Özeti:

Davacı vekili; müvekkilinin ödenmediğini iddia ettiği yıllık izin ve fazla mesai ücret alacaklarının tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Cevabının Özeti:

Davalı vekili, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkeme Kararının Özeti:

Mahkemece, toplanan deliller ve bilirkişi raporu doğrultusunda yazılı gerekçeyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Temyiz:

Kararı davalı vekili temyiz etmiştir.

Gerekçe:

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2-Taraflar arasındaki uyuşmazlık, dosyada yer alan ibranamenin nazara alınıp alınmayacağı noktasında toplanmaktadır. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.07.2012 tarihinden sonra düzenlenen ibra sözleşmeleri için yasal koşulların varlığı aranmalıdır. Ancak 6098 sayılı Borçlar Kanununun yürürlükte olmadığı dönemde imzalanan ibranamenin geçerliliği sorunu, Dairemizin konuyla ilgili ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmelidir. İbranamenin feshi izleyen bir aylık süre içinde düzenlenmesi ve ödemelerin banka kanalıyla yapılmamış oluşu 01.07.2012 tarihinden önce düzenlenen ibra sözleşmeleri için geçersizlik sonucu doğurmaz. İşçi ve işveren arasında işverenin borçlarının sona erdirilmesine yönelik olarak Türk Borçlar Kanunu’nun yürürlüğü öncesinde yapılan ibra sözleşmeleri yönünden geçersizlik sorunu aşağıdaki ilkeler dahilinde değerlendirilmelidir:

A) Dairemizin kökleşmiş içtihatları çerçevesinde, iş ilişkisi devam ederken düzenlenen ibra sözleşmeleri geçersizdir. İşçi bu dönemde tamamen işverene bağımlı durumdadır ve iş güvencesi hükümlerine rağmen iş ilişkisinin devamını sağlamak veya bir kısım işçilik alacaklarına bir an önce kavuşabilmek için iradesi dışında ibra sözleşmesi imzalamaya yönelmesi mümkün olup, Dairemizin kararlılık kazanmış uygulaması bu yöndedir.

B) İbranamenin tarih içermemesi ve içeriğinden de fesih tarihinden sonra düzenlendiğinin açıkça anlaşılamaması durumunda ibranameye değer verilemez (Yargıtay 9.HD. 5.11.2010 gün, 2008/37441 E, 2010/31943 K).

C) İbranamenin geçerli olup olmadığı 01.07.2012 tarihine kadar yürürlükte olan mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun irade fesadını düzenleyen 23-31. maddeleri yönünden de değerlendirilmelidir. İbra sözleşmesi yapılırken taraflardan birinin esaslı hataya düşmesi, diğer tarafın veya üçüncü şahsın hile ya da korkutmasıyla karşılaşması halinde, ibra iradesinden söz edilemez. Öte yandan mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 21. maddesinde sözü edilen aşırı yararlanma (gabin) ölçütünün de ibra sözleşmelerinin geçerliliği noktasında değerlendirilmesi gerekir. İbranamedeki irade fesadı hallerinin, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 31. maddesinde öngörülen bir yıllık hak düşürücü süre içinde ileri sürülmesi gerekir (Yargıtay 9.HD. 26.10.2010 gün, 2009/27121 E, 2010/30468 K). Ancak, işe girerken alınan matbu nitelikteki ibranameler bakımından iş ilişkisinin devam ettiği süre içinde bir yıllık süre işlemez.

D) İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan borçların ibra yoluyla sona ermesi mümkün değildir. Bu nedenle, işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması düşünülemez. Savunma ve işverenin diğer kayıtları ile çelişen ibra sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir (Yargıtay 9.HD. 4.11.2010 gün 2008/37372 E, 2010/31566 K).

E) Miktar içeren ibra sözleşmelerinde ise, alacağın tamamen ödenmiş olması durumunda borç ifa yoluyla sona ermiş olur. Buna karşın kısmi ödeme hallerinde, Dairemizin kökleşmiş içtihatlarında ibraya değer verilmemekte ve yapılan ödemenin makbuz hükmünde olduğu kabul edilmektedir (Yargıtay 9.HD 21.10.2010 gün 2008/40992 E, 2010/39123 K.). Miktar içeren ibranamenin çalışırken alınmış olması makbuz etkisini ortadan kaldırmaz (Yargıtay 9.HD. 24.6.2010 gün 2008/33748 E, 2010/20389 K.).
F)Miktar içermeyen ibra sözleşmelerinde ise, geçerlilik sorunu titizlikle ele alınmalıdır. İrade fesadı denetimi yapılmalı ve somut olayın özelliklerine göre ibranamenin geçerliliği konusunda çözümler aranmalıdır (Yargıtay 9.HD. 27.06.2008 gün 2007/23861 E, 2008/17735 K.). Fesihten sonra düzenlenen ve alacak kalemlerinin tek tek sayıldığı ibranamede, irade fesadı haller ileri sürülüp kanıtlanmadığı sürece ibra iradesi geçerli sayılmalıdır (Yargıtay HGK. 21.10.2009 gün, 2009/396 E, 2009/441 K).
G)Yine, işçinin ibranamede yasal haklarını saklı tuttuğuna dair ihtirazi kayda yer vermesi ibra iradesinin bulunmadığını gösterir (Yargıtay 9.HD. 4.11.2010 gün 2008/40032 E, 2010/31666 K).

H)İbranamede yer almayan işçilik alacakları bakımından, borcun sona erdiği söylenemez. İbranamede yer alan işçilik alacaklarının bir kısmı yönünden savunma ile çelişkinin varlığı ibranameyi bütünüyle geçersiz kılmaz. Savunma ile çelişmeyen kısımlar yönünden ibra iradesine değer verilmelidir (Yargıtay 9.HD. 24.6.2010 gün, 2008/33597 E, 2010/20380 K). Başka bir anlatımla, bu gibi durumlarda ibranamenin bölünebilir etkisinden söz edilebilir. Bir ibraname bazı alacaklar bakımından makbuz hükmünde sayılırken, bazı işçilik hak ve alacakları bakımından ise çelişki sebebiyle geçersizlikten söz edilebilir. Aynı ibranamede çelişki bulunmayan ve miktar içermeyen kalemler bakımından ise borç ibra yoluyla sona ermiş sayılabilir. İbraname savunması, hakkı ortadan kaldırabilecek itiraz niteliğinde olmakla yargılamanın her aşamasında ileri sürülebilir (Yargıtay HGK. 27.1.2010 gün 2009/9-586 E, 2010/31 K. ; Yargıtay
9.HD. 13.7.2010 gün, 2008/33764 E, 2010/23201 K.).

Somut uyuşmazlıkta; dosya içerisinde, 6098 Sayılı Borçlar Kanunu yürürlüğe girmeden önce 23.03.2012 tarihinde düzenlenmiş ve davacı tarafından imzalanmış ibraname bulunmaktadır. Mahkemece ibranamenin dikkate alınmadığı anlaşılmaktadır. Davacı tarafça imzalanmış olan söz konusu bu ibranameye karşı irade fesadına yönelik herhangi bir ispat da ortaya konmamıştır. Dava konusu yıllık izin ve fazla mesai ücret alacakları ile ilgili olarak ibranamenin miktar içerdiği görülmektedir. Mahkemece, anılan ibranamenin yukarıdaki ilkeler dikkate alınarak değerlendirilmesi yapılarak hüküm kurulmalıdır.

Mahkemece bu husus gözetilmeden karar verilmesi de hatalı olup bozma nedenidir.

3-Taraflar arasında ıslaha karşı zamanaşımı itirazının dikkate alınıp alınamayacağı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır. Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu “eksik bir borç” haline dönüştürür ve “alacağın dava edilebilme özelliği”ni ortadan kaldırır.

Uygulamada, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması, dava açma tekniği bakımından, tümü ihlal ya da inkâr olunan hakkın ancak bir bölümünün dava edilmesi, diğer bölümüne ait dava ve talep hakkının bazı nedenlerle geleceğe bırakılması anlamına gelir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca benimsenmiş ilkeye göre, kısmi davada fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmuş olması, saklı tutulan kesim için zamanaşımını kesmez, zamanaşımı, alacağın yalnız kısmi dava konusu yapılan miktar için kesilir. Dava konusunun ıslah yoluyla arttırılması durumunda, 1086 sayılı HUMK hükümlerinin uygulandığı dönemde, ıslah dilekçesinin tebliğini izleyen ilk oturuma kadar ya da ilk oturumda yapılan zamanaşımı defi de ıslaha konu alacaklar yönünden hüküm ifade eder. Ancak Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamada, 371/2 ve 319. maddeler uyarınca ıslah dilekçesinin davalı tarafa tebliği üzerine iki haftalık süre içinde ıslaha konu kısımlar için zamanaşımı definde bulunulabileceği kabul edilmelidir.
1086 sayılı HUMK yürürlükte iken süre geçtikten sonra yapılan zamanaşımı itirazına davacı taraf süre yönünden hemen ve açıkça karşı çıkmamışsa(suskun kalınmışsa) zamanaşımı itirazı geçerli sayılmakta iken, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun uygulandığı dönemde süre geçtikten sonra yapılan zamanaşımı itirazının geçerli sayılabilmesi için davacının açıkça muvafakat etmesi gerekir. Başka bir anlatımla 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamalar bakımından süre geçtikten sonra ileri sürülen zamanaşımı itirazına davacı taraf muvafakat etmez ise zamanaşımı itirazı dikkate alınmaz.

Somut uyuşmazlıkta, davacı davasını 23.03.2016 tarihinde ıslah etmiş ve ıslah dilekçesi 24.03.2016 tarihinde davalıya tebliğ edilmiş olup, 25.03.2016 tarihli verdiği dilekçe ile davalı tarafça zamanaşımı def’i ileri sürülmüştür. Süresi içerisinde ileri sürülen ıslaha karşı zamanaşımı def’i nin kabul edilmek suretiyle, davacının hak kazandığı alacaklarının miktarının yöntemine uygun biçimde ileri sürülen ıslaha karşı zamanaşımı def’i değerlendirilerek belirlenmesi gerekmektedir. Davalı vekilinin ıslah dilekçesine karşı süresinde ileri sürdüğü zamanaşımı defi değerlendirilmeksizin hüküm kurulması da hatalı olup bozma sebebidir.

4-Taraflar arasında, davacının yıllık izin ücreti alacağının miktarı noktasında uyuşmazlık vardır. Davacının yıllık ücretli izinlerini kullanıp kullanmadığı konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır. 4857 sayılı İş Kanununun 59.maddesinde, iş sözleşmesinin herhangi bir nedenle sona ermesi halinde, işçiye kullandırılmayan yıllık izin sürelerine ait ücretlerin son ücret üzerinden ödeneceği hükme bağlanmıştır. Yıllık izin hakkının ücrete dönüşmesi için iş sözleşmesinin feshi şarttır. Bu noktada, sözleşmenin sona erme şeklinin ve haklı nedene dayanıp dayanmadığının önemi bulunmamaktadır. Yıllık izinlerin kullandırıldığı noktasında ispat yükü işverene aittir. İşveren yıllık izinlerin kullandırıldığını imzalı izin defteri veya eşdeğer bir belge ile kanıtlamalıdır. Bu konuda ispat yükü üzerinde olan işveren, işçiye yemin teklif edebilir.

Akdin feshi halinde kullanılmayan yıllık izin sürelerine ait ücret, işçinin kendisine veya hak sahiplerine ödenir. Böylece, iş sözleşmesinin feshinde kullanılmayan yıllık ücretli izin hakkı izin alacağına dönüşür. Bu nedenle zamanaşımı da iş sözleşmesinin feshinden itibaren işlemeye başlar.

Yine, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 53. maddesinde, işçilere verilecek yıllık ücretli izin süreleri, hizmet süresi dikkate alınarak belirlenmiştir. Buna göre, hizmet süresi bir yıldan beş yıla kadar (beş yıl dahil) olanlara on dört günden, beş yıldan fazla on beş yıldan az olanlara yirmi günden az olacak şekilde yıllık ücretli izin verilemez.

Somut olayda, davacının 14.01.2000- 23.03.2012 tarihleri arasında 11 yıl 8 ay 25 günlük hizmet süresinin olduğunun anlaşılması karşısında, davacının 1475 sayılı yasa döneminde geçen ilk 3 yıl kıdemi için 12 gün üzerinden 36 gün, 4857 sayılı yasa döneminde geçen kalan dönemler yönünden 2 yıl için 14 gün üzerinden 28 gün, kalan 6 yıl için ise 20 gün üzerinden 120 gün olmak üzere toplam 184 gün yıllık izin hakkına sahip olduğu ve davacının eşi davacının 15 gün izin kullandığını beyan ettiğinden ve davacı tarafça da buna itiraz edilmediğinden 15 günün mahsup edilmesi ile 169 gün yıllık izin ücretine hak kazandığı kabul edilmeli iken, hükme esas alınan bilirkişi raporunda davacının 204 gün izne hak kazandığı ve 15 günün mahsubu ile 189 gün izin ücretine hak kazandığının kabul edilmesi yerinde değildir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebeplerden BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 13/01/2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.

T.C.

YARGITAY

22. Hukuk Dairesi

Esas No. 2017/26411

Karar No. 2020/436

Tarihi: 15/01/2020

» İşçinin Bayramda Çalışma Yapmayı Kabul Etmemesi

» İşverenin Ücretsiz İzin Formu Doldurmaya Zorlaması. İşçinin İmzalamayarak İşten Ayrılması

» İşçinin Haklı Nedenle Feshi

» Kıdem Tazminatı Ödenmesinin Gerektiği

ÖZET: Dosya kapsamında dinlenen davacı ve davalı tanık beyanlarına göre, davacının da aralarında bulunduğu işçilere bayramın birinci günü çalışma teklifinde bulunulduğu, bir kısım işçinin çalışmak istememesi üzerine işçilere ücretsiz izin formunun imzalatılmak istendiği ancak davacının bunu kabul etmeyerek işyerinde ayrıldığı anlaşılmıştır. O halde iş sözleşmesinin davacı tarafça haklı nedenle feshedildiği kabul edilerek kıdem tazminatının kabulüne karar verilmesi gerekirken reddine karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

DAVA: Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle, temyiz talebinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Davacı İsteminin Özeti:

Davacı vekili, müvekkilinin Ramazan Bayramı’nın 1. günü olan 28.07.2014 tarihinde ücretsiz izindeymiş gibi gösterilerek yevmiyesinden kesinti yapılmak istendiğini, ücretsiz izne çıkmak istemeyince amirleri tarafından hakarete uğrayarak iş sözleşmesinin feshedildiğini beyan ederek kıdem tazminatı, ihbar tazminatı ile bir kısım ücret alacaklarının davalıdan tahsilini talep etmiştir.

Davalı Cevabının Özeti:

Davalı vekili, davacının işi terkedip gittiğini beyan ederek davanın reddini savunmuştur.

Mahkeme Kararının Özeti:

Mahkemece, yapılan yargılama sonucunda toplanan delillere göre davacının iş sözleşmesinin, devamsızlık nedeniyle davalı tarafça haklı nedenle feshedildiği kabul edilerek ve bilirkişi raporu doğrultusunda yazılı gerekçe ile davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Temyiz:

Kararı davacı vekili temyiz etmiştir.

Gerekçe:

1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere göre davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2- İş sözleşmesinin, kimin tarafından feshedildiği ve feshin haklı nedenle yapılıp yapılmadığı taraflar arasında uyuşmazlık konusudur.
Somut olayda, davacı Ramazan Bayramı’nın 1. günü olan 28.07.2014 tarihinde ücretsiz izindeymiş gibi gösterilerek yevmiyesinden kesinti yapılmak istendiğini, ücretsiz izne çıkmak istemeyince amirleri tarafından hakarete uğrayarak iş sözleşmesinin feshedildiğini beyan etmiş, davalı davacının işyerini terkedip gittiğini kıdem tazminatına hak kazanmadığını savunmuştur. Mahkemece, davacının iş sözleşmesinin, devamsızlık nedeniyle davalı tarafça haklı nedenle feshedildiği kabul edilerek kıdem ve ihbar tazminatının reddine karar verilmiş ise de, varılan sonuç dosya içeriği ile örtüşmemektedir. Dosya kapsamında dinlenen davacı ve davalı tanık beyanlarına göre, davacının da aralarında bulunduğu işçilere bayramın birinci günü çalışma teklifinde bulunulduğu, bir kısım işçinin çalışmak istememesi üzerine işçilere ücretsiz izin formunun imzalatılmak istendiği ancak davacının bunu kabul etmeyerek işyerinde ayrıldığı anlaşılmıştır. O halde iş sözleşmesinin davacı tarafça haklı nedenle feshedildiği kabul edilerek kıdem tazminatının kabulüne karar verilmesi gerekirken reddine karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı nedenle BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının isteği halinde ilgiliye iadesine, 15.01.2020 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

T.C.

YARGITAY

9. Hukuk Dairesi

Esas No: 2016/11022

Karar No: 2019/21869

Tarihi: 09/12/2019

» Gece 7,5 Saati Aşan Çalışmaların Haftalık 45 Saatlik Çalışma Süresi Aşılmasa da Fazla Çalışma Olduğu

» Fazla Çalışma Sadece Gece Çalışması Süresini Aşan Çalışmadan Doğduğunda Sadece Zamlı Kısmı (0,5 Katsayıya Göre Hesaplanan) Dikkate Alınacağı

» İtirazın İptali Davası

» İcra İnkar Tazminatı

» Alacağın Likit Olması

» İtirazın İptalinde İtirazın Kısmen Kabulüne Karar Verilmesi Halinde de İcra İnkar Tazminatına Karar Verileceği

ÖZET: Haftalık 45 saatlik çalışma aşılmadığından sadece gece çalışmasından kaynaklı haftalık 9 saatlik fazla mesai çalışması ise bu çalışmanın normal kısmı aylık ücret içerisinde ödendiğinden sadece zamlı ödemesi gereken kısım gözetilerek 0.5 katsayı ile hesaplanmalıdır.

İtirazın iptali davasında borçlunun haksızlığına karar verilmesi halinde ve alacaklının talep etmiş olması şartıyla, borç miktarının Yasada gösterilen orandan az olmamak kaydıyla icra inkar tazminatına hükmedilir. İcra inkar tazminatına karar verilebilmesi için alacağın belirli ya da belirlenebilir olması gerekir. Özellikle, işçinin kıdemi, ücreti gibi hesap unsurları, işverence bilinen ya da belirlenebilecek hususlardır. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 8 ve 28. maddelerinin işverene bu gibi konularda belge düzenleme yükümü yüklediği de gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak, hak tartışmalı ise icra inkar tazminatına hükmolunmaz

Yargıtay’a göre; “Likit bir alacaktan söz edilebilmesi için ise; ya alacağın gerçek miktarının belli ve sabit olması ya da borçlusu tarafından belirlenebilmesi için bütün unsurların bilinmesi veya bilinmesinin gerekmekte olması; böylece, borçlunun borç tutarını tahkik ve tayin etmesinin mümkün bulunması; başka bir ifadeyle, borçlunun yalnız başına ne kadar borçlu olduğunu tespit edebilir durumda olması gerekir.

Alacağın likit olması şartıyla, itirazın iptali davası sonunda borçlunun itirazının kısmen kabulü halinde dahi, kabul edilen kısım bakımından icra inkar tazminatına hükmedilmelidir.

Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

A) Davacı İsteminin Özeti:

Davacı vekili; davacının 05.07.2011-23.02.2013 tarihleri arası davalı şirkette güvenlik görevlisi olarak aylık net 1.100 TL ücret ile çalıştığını, yemeğin işverence karşılandığını, işyerinde iki vardiya halinde çalıştığını, ilk vardiyanın 07.30-19.30 saatleri arası, ikinci vardiyanın 19.30-7.30 saatleri arası olduğunu, iki gündüz iki gece, iki gün dinlenme şeklinde çalıştığını, gece çalışmalarının 7,5 saati aşan kısmının mesai olduğu düşünüldüğünde haftalık 60 saatten fazla çalışan müvekkiline fazla mesai ücretinin ödenmediğini, bu konuda davalıya İstanbul Anadolu 19.İcra Müdürlüğünün 2013/10090 E Sayılı dosyası ile takip yapıldığını 4.190 TL kıdem tazminatı ve 4.400 TL fazla mesai ücreti talep edildiğini ileri sürerek, itirazın iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

B) Davalı Vekilinin Cevabının Özeti:

Davalı vekili; davacının güvenlik görevlisi olmasına rağmen görevini ifa etmemesi nedeniyle iş akdinin sona erdirildiğini, 05.07.2011 tarihinde çalışmaya başladığını, 1.100.-TL ücretle çalıştığını, iş akdinin 20.01.2013 tarihinde görevini yerine getirmediğinin tespiti ile sona erdirildiğini, savunmasının alındığını, 21.01.2013 tarihli ihbar süresi başlıklı yazı ile ihbar öneli verilmişken davacının iş bulduğunu beyan ederek 23.02.2013 tarihinde davacı tarafından sona erdirildiğini, 3 vardiya şeklinde çalıştığını, haftalık 45 saati aşan çalışmasının olmadığını savunarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:

Mahkemece, karar üzerine davanın kısmen kabulüne karar verilerek itirazın iptali ile 7.148,35 TL üzerinden takibin devamına, 1.481,65 TL lik kısım için takibin iptaline , davacı lehine % 20 icra inkar tazminatına karar verilmiştir.

D) Temyiz:

Karar süresinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

E) Gerekçe:

1-Mahkemece karar üzerine devam edecek takipte “ işleyecek faiz “ açısından hüküm kurulmaması davacı temyizi olmadığından bozma sebebi yapılmamıştır.

2- Dosyadaki yazılara, delillerin taktirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davalının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

3-Davacı tarafından … İcra Müdürlüğünün 2013/10090 E sayılı dosyası ile 8630 TL üzerinden 4190 TL miktarı kıdem tazminatı, 4440 TL lik kısmının fazla mesai olmak üzere takibe geçildiği, yapılan icra takibine, davalı tarafından borcun tamamına ve faize itiraz edilmiş ve takip durmuş, davacı tarafından da itirazın iptali talep edilmiştir.

Mahkeme tarafından ise “Davalı tarafından …. İcra Müdürlüğünün 2013/10090 esas sayılı takip dosyasına yapılan itirazın 7.148,35 TL’lık kısmının reddi ile icra takibinin bu kısım için DEVAMINA,

1.481,65 TL’lik kısmına yapılan itirazın kabulü ile icra takibinin bu kısım için iptaline

Davacının %20 oranında icra inkar tazminatı talebinin kabulüne” karar verilmiştir.

Dava itirazın iptali davası olup yarğılama sonunda verilecek karar;

“a- İtiraz haklı ise davayı reddetmek

b-kısmen ya da tamamen haksız ise davayı kısmen ya da tam olarak kabul etmektir.”

Davanın kısmen ya da tamamen kabulü ile itirazın iptaline karar verildiğinde hüküm kurulurken takibin hangi alacak kaleminde kaç TL üzerinden ve hangi faiz ile devam edeceği hüküm altına alınmalıdır.

Somut uyuşmazlıkta; takibe konu 2 alacak kaleminden hangisinin kabul edildiği, itirazın hangi alacak kalemi açısından iptal edilip, hangi alacak kaleminden hangi miktar üzerinden, hangi faiz oranı ile takibin devamına karar verildiği açıklanmalıdır. Ayrıca işlemiş faize hükmedilecekse hangi alacak kalemi ile işlemiş faize hükmedildiği ve takipten sonra işleyecek faizin tür ve oranı belirtilerek açıkça hüküm kurulmalıdır.

Takibe konu icra dosyasının …. icra müdürlüğüne ait olmasına rağmen 14. icra müdürlüğü olarak hükümde belirtilmesi hatalıdır.

Mahkemece kurulan hüküm HMK 297/2 maddesi ve İtirazın İptali davasına ait unsurları taşımadığından hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

Hüküm kurulurken 1 nolu eleştiri gözden kaçırılmamalıdır.

4- Hükme esas alınan bilirkişi raporunda ; davacının çalışma şeklinin 2 vardiya halinde 2 gün gündüz , 2 gün gece çalıştığı , 2 gün dinlendiğinin kabul edilerek 07.30/18.00-18.00/07.30 saateri arasında çalıştığının kabul edildiği yedi haftada bir başa dönüldüğü , ilk dört hafta ara dinlenlemelerin tenzili ile birinci ve ikinci hafta 53,5 saat, üçüncü ve döndüncü hafta 56,5 saat, beşinci ve altıncı hafta 44 saat çalıştığının tespiti ile ilk dört hafta için haftalık 10 saatlik fazla mesai yapıldığının tespiti ile hesaplama yapılmıştır.

Bu çalışma şeklinde davacının;

1.gün 2.gün 3. gün 4.gün 5.gün 6.gün 7. gün

1.hafta Gündüz Gündüz Gece Gece Tatil Tatil Gündüz

2.hafta Gündüz Gece Gece Tatil Tatil Gündüz Gündüz

3.hafta Gece Gece Tatil Tatil Gündüz Gündüz Gece

4.hafta Gece Tatil Tatil Gündüz Gündüz Gece Gece

5.hafta Tatil Tatil Gündüz Gündüz Gece Gece Tatil

6.hafta Tatil Gündüz Gündüz Gece Gece Tatil Tatil

şeklinde, vardiyalar halinde çalıştığı saptanmaktadır.

Buna göre; davacının gündüz vardiyasında 07.30/18.00 saatleri arasında ara dinlenmenin tenzili ile 9,5 saat çalıştığı , gece vardiyasında ise 18.00-07.30 saatleri arası 1,5 saat ara dinlenmenin tenzili ile 12 saat çalıştığı , birinci ve ikinci hafta 52,5 saat, üçüncü ve dördüncü hafta ise 55 saat çalıştığı, beşinci ve altıncı hafta ise 43 saat çalıştığı tespit edilmiştir. Ilk dört hafta bakımından aynı zamanda 45 saatlik haftalık çalışma süresi aşıldığından 1.5 katsayı ile hesaplanması gerekirken son iki haftadaki, haftalık 43 saatlik çalışmaya göre haftalık 45 saatlik çalışma aşılmadığından sadece gece çalışmasından kaynaklı haftalık 9 saatlik fazla mesai çalışması ise bu çalışmanın normal kısmı aylık ücret içerisinde ödendiğinden sadece zamlı ödemesi gereken kısım gözetilerek 0.5 katsayı ile hesaplanmalıdır.

Bilirkişinin yukarıdaki hususları gözetmeyen hatalı hesabına itibarla fazla mesai alacağının kabulü isabetsizdir.

5-İşçilik alacaklarıyla ilgili olarak yapılan icra takibine itiraz üzerine açılan itirazın iptali davasında icra inkar tazminatına karar verilmiş olup bu hususta taraflar arasında ihtilaflıdır.

İtirazın iptali davasında borçlunun haksızlığına karar verilmesi halinde ve alacaklının talep etmiş olması şartıyla, borç miktarının Yasada gösterilen orandan az olmamak kaydıyla icra inkar tazminatına hükmedilir. İcra inkar tazminatına karar verilebilmesi için alacağın belirli ya da belirlenebilir olması gerekir. Özellikle, işçinin kıdemi, ücreti gibi hesap unsurları, işverence bilinen ya da belirlenebilecek hususlardır. 4857 sayılı İş Kanunu‘nun 8 ve 28. maddelerinin işverene bu gibi konularda belge düzenleme yükümü yüklediği de gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak, hak tartışmalı ise icra inkar tazminatına hükmolunmaz.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu likit alacak kavramını açıklamıştır. Yargıtay’a göre; “Likit bir alacaktan söz edilebilmesi için ise; ya alacağın gerçek miktarının belli ve sabit olması ya da borçlusu tarafından belirlenebilmesi için bütün unsurların bilinmesi veya bilinmesinin gerekmekte olması; böylece, borçlunun borç tutarını tahkik ve tayin etmesinin mümkün bulunması; başka bir ifadeyle, borçlunun yalnız başına ne kadar borçlu olduğunu tespit edebilir durumda olması gerekir. Bu koşullar yoksa, likit bir alacaktan söz edilemez. Diğer bir anlatımla, icra inkar tazminatı, alacaklının genel mahkemede açtığı itirazın iptali davası sonucunda borçlunun itirazının haksızlığına karar verilmesi durumunda alacaklı yararına hükmolunan icra hukukuna özgü bir tazminattır. Borçlunun ne kadar borçlu olduğunun saptanması ve itirazında haklı olup olmadığının belirlenmesi ön koşuldur. Borçlunun ödeme emrine karşı itirazın yapıldığı andaki durumu itibariyle haksızlığı saptanacak ancak haklı çıkma durumuna uygun alacak miktarı esas alınarak alacaklı yararına icra inkar tazminata hükmedilmesi gerekecektir(HGK. 14.07.2010 gün ve 2010/19-376 E, 2010/397 K, HGK)”.

Görüldüğü gibi likit olma ölçütünde Yargıtay; “Alacağın gerçek miktarının belli ve sabit olmasını ya da belirlenebilmesi için bütün unsurların bilinmesi veya bilinmesinin gerekmekte olması”nı aramaktadır.

Alacağın likit olması şartıyla, itirazın iptali davası sonunda borçlunun itirazının kısmen kabulü halinde dahi, kabul edilen kısım bakımından icra inkar tazminatına hükmedilmelidir.

Somut uyuşmazlıkta ise mahkemece icra inkar tazminatına karar verilmişse de alacağın likit olup olmadığı, icra inkar tazminatına karar verilebilmesi için gerekli şartların olup olmadığı gerekçede tartışılmamış, hangi miktar üzerinden icra inkar tazminatına karar verildiğinin de ayrıca hükümde gösterilmemiştir. Hüküm icra inkar tazminatı açısından da hatalıdır.

6-Hükme esas alınan bilirkişi raporunda hesaplanan brüt fazla çalışma ücretinden sadece gelir vergisi ile damga vergisi kesintisi yapıldığı, %14 oranında SGK işçi payı ile 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu uyarınca %1 oranında işsizlik sigortası primi kesintilerinin yapılmadığı anlaşılmıştır. Bu kesintilerin yapılmaması da isabetsizdir.

7- Hüküm altına alınan miktarların net mi yoksa brüt mü olduğunun belirtilmemesinin HMK.nın 297/2. maddesine aykırı olup, infazda tereddüde yol açacağının düşünülmemesi bozmayı gerektirmiştir.

F) SONUÇ: Temyiz olunan kararın açıklanan sebeplerden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 09.12.2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

Hakkımızda

 ö z d o ğ r u l a r, 18.08.1988 tarihinde kurularak, Mali Müşavirlik faaliyetine başlamıştır. 

Sektöründe en iyi olma duygusu ile personeline "Kalite" bilincini yerleştirmeyi, Kalite Yönetim Sistemini sürekli iyileştirmeyi, müşterilerine en iyi hizmeti sunmayı, amaç edinerek, 2003 Yılında, alanında Türkiye' de ilk olarak ISO 9001: 2000 Belgesi almıştır.

 

Mali Takvim

Öne Çıkanlar

  • DEVAMSIZLIK NEDENİYLE FESİHTE, İŞÇİNİN İŞ AKDİ FESİH TARİHİ NE OLMALI? İş Kanunu 25/II-g maddesinde işçinin işverenden izin almaksızın kanunda belirtilen…
  • 2023 yılı Kurumlar Vergisi Beyannamesinde Enflasyon Muhasebesi İle İlgili  Bilanço Dipnot Bilgileri Enflasyon Muhasebesi ile ilgili 2023 yılı Kurumlar Vergisi Beyannamesinde Bilanço…
  • DEVAMSIZLIK SAATLERİNİN TOPLANMASI VE HAKLI FESİH Çalışan ve işveren ilişkisi iş akdinin feshine kadar devam eder,…
Top