Mehmet Özdoğru

Mehmet Özdoğru

Email: This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

“4857 sayılı İş Kanununda, iş sözleşmesinin askıya alınma hali ayrıca ve açıkça düzenlenmiş değildir. Bununla birlikte, taraflar sözleşme özgürlüğü kapsamında hukuki sınırlar içinde kalmak suretiyle sözleşmenin süresini, konusunu, görev ve yükümlülüklerini, alacak ve borçlarını serbestçe düzenleyebilir. Sözleşmenin kurulmasında ve devamında tarafların tasarrufta bulunma hakkı bulunduğu gibi aynı durum iş sözleşmenin askıya alınması halinde de söz konusu olacaktır.

Sürekli bir borç ( iş) ilişkisini ortaya koyan iş sözleşmesi, ortaya çıkacak bazı nedenlerden dolayı geçici süre ile askıya alınabilir. İş sözleşmesinin askıya alınması için çeşitli nedenlerin birlikte bulunması gerekir. Söz konusu nedenler işçi ya da işverene ilişkin nedenler olabilir. İşçi yönünden işçinin hastalık, iş kazası, doğum, gebelik, askerlik veya diğer kamusal ödevin yerine getirilmesi, işçinin işe devamını engelleyen mücbir sebepler, greve katılma veya lokavta maruz kalma başlıca askı halleri olarak sıralanabilir.

İşçi yönünden askıya alma hallerinin bir kısmı 4857 sayılı İş Kanununda ayrıca fesih nedeni olarak düzenlenmiştir. Örneğin işçinin hastalık hali işçinin kusuru olmaksızın hastalık veya kaza hallerinde bildirim süresi ile 6 hafta; doğum ve gebelik hallerinde ise doğum izni, bildirim süresi ve 6 hafta işe devam edemediği sürede iş sözleşmesi askıda olup işveren iş sözleşmesini 4857 sayılı İş Kanununun 25/1-b bendi gereği haklı nedenle feshetmediği sürece de askı hali devam edecektir. Benzer durum aynı Kanununu 25/3 fıkrasındaki işçiyi işyerinde 1 haftadan fazla süre ile çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir sebebin ortaya çıkması halinde de geçerli olup iş sözleşmesi feshedilmediği sürece askı halinde olacaktır. İşçi yönünden askı halini oluşturan nedenler değerlendirildiğinde askı halini oluşturan nedeninin geçici olması, iş görme ediminin ifasının imkansızlığının kusura dayanmaması gerekir.

Buna karşılık işveren yönünden ise işletmenin faaliyetine ara vermesi ya da geçici olarak kapanmasına yol açan boyuttaki ekonomik, teknik gereklilikler ile yangın, deprem, su basması gibi doğal afetler ya da grev ve lokavt, ücretsiz izin uygulaması gibi nedenler gösterilebilir.

İş sözleşmesinin askıya alınabilmesi için iş görme borcunun ifası ya da bu ifayı kabulde imkansızlığın ortaya çıkması, ifa etmemenin ya da ifayı kabul etmemenin geçici olması, ifa etmemenin kusursuz olması ve tarafların rızası gereklidir. İfayı engelleyen durum iş görme ediminin ifa edilmesini tamamen ortadan kaldırıyorsa yani devamlı bir imkansızlık ortaya çıkıyorsa veya işçi ile işveren arasındaki iş ilişkisinin toplam süresi ile çalışılmayan süre arasındaki orantı gözetildiğinde ifa imkansızlığının geçici sayılmayacağının ortaya çıkması, işçinin iş görme borcunda ortaya çıkan imkansızlıkta kusurunun bulunması hallerinde askı halinden söz edilemez. ( aynı yönde Prof. Dr. Sarper Süzek, İş Hukuk, Yenilenmiş 11.Baskı Beta Yayınları, sh.510 vd)

Askı hali, yasadan veya iş sözleşmesinden kaynaklanabileceği gibi işyerinde uygulanmakta olan Toplu İş Sözleşmesinden de kaynaklanabilir. Aynı şekilde işyeri uygulaması haline gelmiş olmasından da kaynaklanabilir. Bununla birlikte kural olarak iş sözleşmesinin askıya alınması tarafların rızasıyla mümkündür. Dolayısıyla askıya alma veya askı halinin özel bir hali olan ücretsiz izin uygulaması kural olarak çalışma koşullarında işçi aleyhine esaslı değişiklik oluşturacağından 4857 sayılı İş Kanununun 22.maddesi hükümlerinin uygulanması gerekecektir. Yani askı alma işlemi yazılı yapılmalı, işçiye bildirimde bulunulup 6 iş günü içinde kabul edip etmediğini gösterir iradesi, yazılı olarak alınmalıdır. Aksi halde yapılacak askı işlemi ya da ücretsiz izin uygulaması geçerlilik kazanmayacaktır.

İş sözleşmesinin askıya alınması halinde ortaya çeşitli sonuçlar çıkmaktadır. Buna göre askı ile iş sözleşmesi geçici bir şekilde hükmünü yitirmektedir. Fakat bu hüküm ifade etmeme geçici olup iş sözleşmesinin asli yükümleri olan iş görme borcu ile ücret ödeme yönünden geçerlidir. Dolayısıyla askı hali, sadece işin ifası yani işçinin iş görme borcu ile işverenin ücret ödeme borcu yönünden sonuç doğuracak olup iş sözleşmesinin diğer yükümlülükleri ise devam edecektir. Ancak ücretin ödenmesi ile ilgili İş Kanununda ya da diğer kanunlarda bir kısım düzenlemeler yer almıştır. Buna göre 4857 sayılı İş Kanununun 40.maddesi uyarınca, “ 24 ve 25 nci maddelerin (III) numaralı bentlerinde gösterilen zorlayıcı sebepler dolayısıyla çalışamayan veya çalıştırılmayan işçiye bu bekleme süresi içinde bir haftaya kadar her gün için yarım ücret ödenir.” düzenlemesi bulunmaktadır. Benzer düzenlemeler 4447 sayılı Kanunun Ek 2.maddesinde de yer almıştır. ( aynı yönde Prof. Dr. Hamdi Mollamahmutoğlu, Doç. Dr. Muhittin

Astarlı, Dr. Ulaş Baysal; İş Hukuku 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri

Kanunu, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu işlenmiş, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 6.Bası, Turhan Kitabevi, ankara 2014, sh.776 vd)

Her ne kadar 4857 sayılı İş Kanunun'da askı hali açıkça düzenlenmemiş ise de 6098 sayılı Borçlar Kanununun 409.maddesinde askı hali düzenlenmiştir. Buna göre, “ Uzun süreli bir hizmet ilişkisinde işçi, hastalık, askerlik veya kanundan doğan çalışma ve benzeri sebeplerle kusuru olmaksızın, iş gördüğü süreye oranla kısa bir süre için işgörme edimini ifa edemezse işveren, başka bir yolla karşılanmadığı takdirde o süre için işçiye hakkaniyete uygun bir ücret ödemekle yükümlüdür.” Ancak söz konusu ücreti istenebilmesi için Borçlar Kanunu'na tabi olmak gerekli olup özel kanun niteliğinde bulunan 4857 sayılı İş Kanuna tabi işçiler yönünden mümkün değildir. Çünkü 4857 sayılı İş Kanununun 31/4 fıkrası uyarınca özel askı hali olan askerlik ve kanundan doğan çalışma hallerinde sözleşmenin askıya alınmasında işverence ücret ödenmeyeceği açıkça belirtilmiş olduğundan, bir kanun boşluğundan söz edilmesi mümkün olmayacak ve dolayısıyla İş Kanunu'na tabi işçiler yönünden askı halinde ücret ödemesi ( istisna 4857 sayılı İş Kanunun 40.maddesi) söz konusu olmayacaktır.

Askı hali süresince temel edimler dışında iş sözleşmesi devam ettiğinden, işçinin işverenin yönetim hakkı kapsamında sınırlı da olsa itaat etme borcu devam etmektedir. Aynı şekilde bu dönemde işveren, işçinin kişilik haklarını ihlal edecek söz ve davranışlardan kaçınmalı, işçinin de işverenin itibarını zedeleyici tutum içerisine girmemeli, işverenin mesleki ve ticari sırlarını açıklamamalıdır. Yani bu süreçte işverenin işçisini gözetme, işçinin ise sadakat borcu devam etmektedir.

İş akdinin askıya alınması sonucu yaratan ifa engeli ortadan kalktığı anda hukuken askı hali sone erer. İşçinin iş görme edimini ifa etmesine veya işverenin de bu edimi kabulüne engel olan neden ortadan kalkınca, iş akdi, kendiliğinden kaldığı yerden hüküm ve sonuç doğurmaya başlar, tarafların askıya alınmış karşılıklı borçları otomatik olarak yürürlüğe girer. ( Süzek, a.g.e. sh.525)” Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 2015/28097 E.,  2015/15038 K. HARUN ORDU

Kira artışı hesaplamalarında yasaya uygun olarak TÜİK'in açıkladığı TÜFE ve Yİ-ÜFE verilerinin 12 aylık ortalamalara göre değişim oranı kullanılmaktadır. Halk arasında sıklıkla karşılaşılan, aylık veya yıllık değişim oranları kullanılarak yapılan hesaplamalar kanuna aykırıdır.

İşyerleri İçin Ağustos 2022 Kira Artış Oranı %49,65' dır.

(Ağustos 2022 döneminde yapılacak kira artışı için TÜİK'in Temmuz 2022 TÜFE verisi kullanılmaktadır.)

Ağustos 2022 döneminde yasal olarak yapılabilecek en yüksek kira artış oranından (Borçlar Kanunu Geçici Madde 1) fazladır! Yasal olarak yapılabilecek en yüksek kira artışı aşağıda bilginize sunulmuştur. Borçlar Kanunu'na eklenen Geçici 1. Madde nedeniyle 11 Haziran 2022 ile 1 Temmuz 2023 (bu tarih dahil) tarihleri arasında yenilenen kira dönemlerinde konut kiralarındaki artış oranı yasal olarak %25'ten fazla olamamaktadır.

Konutlar İçin Yasal (Borçlar Kanunu Geçici Madde 1) Kira Artış Oranı: %25

03 Ağustos 2022 Tarihli Resmi Gazete

Sayı: 31912

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığından:

MADDE 1- (1) 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanununun 95 inci maddesi gereğince, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının görüşü alınarak nüfusları ile sosyal ve ekonomik gelişme durumlarına göre hazırlanan belediye grupları ekli listede gösterilmiştir.

MADDE 2- (1) Nüfuslarına göre belediyeler aşağıdaki gruplara ayrılmıştır:

a) Nüfusu 250.000’den fazla olan belediyeler 1. grup,

b) Nüfusu 100.001 – 250.000 arasında olan belediyeler 2. grup,

c) Nüfusu 50.001 – 100.000 arasında olan belediyeler 3. grup,

ç) Nüfusu 10.001 – 50.000 arasında olan belediyeler 4. grup,

d) Nüfusu 10.000’e kadar olan belediyeler 5. grup.

MADDE 3- (1) Sanayi veya ticaret ya da turizm yönünden önem arz eden belediyeler ile ilçe merkezi olan belediyeler, mensup oldukları gruptan bir üst gruba yükseltilmiştir.

(2) Büyükşehir belediyeleri ile il merkezi belediyeleri 1. grup olarak belirlenmiştir.

MADDE 4- (1) Belediyelerin nüfuslarının tespitinde, Türkiye İstatistik Kurumunun 2021 yılına ait Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçları esas alınmıştır.

MADDE 5- (1) 16/9/2011 tarihli ve 28056 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Belediye Gelirleri Kanunu Genel Tebliği (Seri No: 2011/1) yürürlükten kaldırılmıştır.

MADDE 6- (1) Bu Tebliğ hükümleri 3 yıl süre ile geçerli olmak üzere yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Ekleri için tıklayınız

Çarşamba, 03 Ağustos 2022 08:09

Olmayanın İspatı

Vergi Usul Kanunu’nun “Vergi Kanunlarının Uygulanması ve İspat” başlıklı 3. maddesi önemli hükümler içeriyor. Çok tartışılan, değiştirilmesi önerilen ama nasıl olması gerektiği konusunda da üzerinde mutabık olunamayan bir madde.

Maddeden izlediğim kadarıyla hem Mali İdare hem mükellef tarafı mutlu değil. Yine izlediğim kadarıyla, İdare maddenin İdare’yi vergi kaçakçılığıyla mücadelede çok sınırladığını, mükellef tarafı ise maddenin her türlü haksız tarhiyata izin veren bir yapıda olduğunu düşünüyor.

Gelir İdaresi’nce 2015 yılında hazırlanan ve kamuoyuna yansıyan Vergi Usul Kanunu Taslağı’nda maddenin tamamen ve köklü bir şekilde değiştirilmesi öngörülüyordu. Taslakta yer alan metin genel olarak kabul görmedi ve unutuldu.

Mükellef temsilcisi STK’lar da öteden beri maddenin değiştirilmesini öneriyorlar. Maddenin, yeterli araştırma ve inceleme yapılmadan, genel olarak maddelerin lafzını açık görmeyip amaçsal yorumla yapılan tarhiyatların dayanağı olmaktan çıkartılmasını istiyorlar.

Kişisel düşüncem, madde özünde çok sorunlu bir madde değil. Sorun daha çok uygulamada. Özellikle mükelleflerin itiraz ettiği konular uygulamayla ilgili. Maddeyi değiştiren 3565 sayılı Kanun’un genel gerekçesinde yer alan, “Günümüz vergiciliğinde başarı, maddi vergi kanunlarının mükemmeliyetinden ziyade, iyi bir uygulamaya bağlıdır.” cümlesi durumu gayet güzel özetlemiş. Konu tam da bu.

Sorun düzenleme değil uygulamaysa, uygulamayı değiştirmek gerekir aslında. Ancak bu da çok mümkün gözükmüyor. Madde yıllardır yürürlükte. Belli bir yorum tarzı oluştu. Uzun yıllardır yapılan uygulamayı değiştirmek, maddede bir değişiklik yapmadan yerleşik kültürü değiştirmek mümkün değil. Bu nedenle maddeyi çalışmak, kamuoyunda tartışmak ve daha iyi bir uygulama amacıyla maddeyi revize etmekte yarar var.

Bu girişten sonra gelelim bugünün konusuna. Sizlerle paylaşmak istediğim, aşağıda özetleyeceğim bir yargı kararı, bahsettiğim 3. maddede yer alan düzenlemelerden birisi olan ispat külfetinin kime ait olacağına ilişkin konuyu tartışıyor. Madde, iktisadi, ticari ve teknik icaplara uymayan veya olayın özelliğine göre normal ve mutad olmayan bir durumun iddia olunması halinde ispat külfetinin bunu iddia eden tarafa ait olduğunu hükme bağlıyor. Bu hüküm yaygın olarak bir tartışmayı (bir durumun iktisadi, ticari ve teknik icaplara uygun olup olmadığının nasıl belirleneceği), bir de ispatla ilgili pratik bir zorluğu (zaman zaman olmayanın ispatı) beraberinde getiriyor.

Yargı kararına konu olayın özeti şöyle: Ortağı olduğu şirkete faizsiz borç veren gerçek kişiye, elde ettiği faiz gelirini beyan etmediği gerekçesiyle gelir vergisi tarhiyatı yapılmış. Tarhiyat, faiz karşılığı olmaksızın borç verilmesinin "ev kirasız para faizsiz" kuralına, ticari teamüllere ve hayatın olağan akışına aykırı olduğu ve aksinin ispatının davacıya ait olduğu değerlendirmesine bağlı olarak yapılmış. Beyan edilmesi gereken faiz tutarı ise TC Merkez Bankası’nca uygulanan avans faiz oranıyla hesaplanmış.

- Vergi mahkemesi kararı: Vergi mahkemesi; yüksek meblağlara ulaşan borcun menfaatsiz olarak verilmeyeceğinin kabulü gerektiği, günümüzün ekonomik koşullarına göre önemli bir meblağın karşılıksız olarak alınıp verilmesinin iktisadi, ticari ve teknik icaplara aykırı düştüğü, aksinin ispatının bunu iddia eden davacıya ait olduğu, ancak davacının şirkete verdiği borçlar nedeniyle faiz geliri elde edilmediğine ilişkin bilgi ve belge sunamadığı gerekçeleriyle, davacının ortağı olduğu şirkete verdiği borç nedeniyle davacının faiz geliri elde ettiği sonucuna ulaşmış ve davayı reddetmiş.

- Danıştay kararı: Davacının temyiz istemini inceleyen Danıştay Dokuzuncu Dairesi; davacı hakkında düzenlenen vergi inceleme raporunda, davacının, ortağı olduğu şirkete vermiş olduğu borç karşılığında faiz geliri elde ettiği yönünde bir tespit bulunmadığı, ortağın şirkete verdiği borç karşılığında elde edeceği menfaatin münhasıran bir faiz geliri şeklinde ortaya çıkmasının zorunlu olmadığı, ortakların şirkete borç vermesini engelleyen veya verilen borç karşılığı faiz geliri elde etmesini zorunlu kılan bir yasa hükmünün de bulunmadığı hususları dikkate alındığında, şirket ortağı tarafından verilen borç para karşılığında faiz geliri elde edilmemesinde ticari hayatın olağan akışına aykırı bir yön bulunmadığı sonucuna varmış ve Vergi Mahkemesi kararını bozmuş. (Danıştay Dokuzuncu Dairesi’nin 16.09.2019 tarih ve E:2016/8925, K:2019/3705 sayılı kararı.)

 - Vergi Mahkemesi ısrar kararı: Vergi Mahkemesi, aynı gerekçelerle ilk kararında ısrar etmiş.

- Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu kararı: Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu, uyuşmazlığın çözümünün, ortak tarafından şirkete verilen borç paranın mutlak suretle karşılıklı (faiz) olmasının gerekip gerekmediğinin belirlenmesine bağlı olduğu belirlemesini yaptıktan sonra;

- Danıştayın yerleşik içtihatları ile yakın akrabalık bağı veya iş ilişkisi bulunmayan kişiler arasında önemli miktarlardaki paraların günün ekonomik koşullarında karşılıksız olarak alınıp verilemeyeceğinin kabul edildiği, aralarında iş ilişkisi bulunan kişiler arasında herhangi bir karşılık olmaksızın ödünç para verilebileceğinin açık olduğu,

- Şirket sözleşmesi ve yasal düzenlemelerle şirket ile ortak arasında öngörülen hak ve yükümlülüklerin mahiyeti dolayısıyla iş ilişkisinin varlığı dikkate alındığında ortakların şirkete verdiği borç paranın faizsiz olabileceği,

- Vergi Usul Kanunu’nun 3. maddesinin (B) işaretli fıkrası uyarınca normal ve mutad olan durumun, davacının ortaklık ilişkisi içinde bulunduğu şirkete faizsiz olarak borç vermesi olduğu, Vergi İdaresi’nin, şirkete verilen borç karşılığında faiz alındığını somut olarak ortaya koyması halinde, söz konusu gelirin vergiye tabi olacağı ancak İdarece yapılan herhangi bir tespit de bulunmadığı,

gerekçeleriyle, davacının şirketten olan alacağından elde ettiği faiz gelirini beyan dışı bıraktığından hareketle davacı adına tarh edilen gelir vergisinde hukuki isabet görmemiş ve davanın reddi yönündeki Vergi Mahkemesi ısrar kararını bozmuş. (Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu’nun 23.03.2022 tarih ve E:2021/206 K:2022/364) sayılı kararı.)

Değerlendirme

Önce yukarıda bahsettiğim yargı kararlarını birkaç noktadan değerlendirmek isterim. Sonra da konuyla ilgili önerimi paylaşayım.

Öncelikle, tarhiyatın dayanağı olan inceleme raporunda ve Vergi Mahkemesi kararında, teknik olarak karşılanamayacak bir durum var. Olmayanın (faiz ödenmediğinin) ispatı isteniyor. Kaldı ki, faiz ödenmesi/tahsilatı hukuken zorunlu değil, faiz ödenmese de gelirin elde edilmiş sayılmasını gerektiren bir düzenleme de yok. Zaten bu durum, Danıştay kararında ve Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu kararında karşılık buluyor. Önemli bir konu.

İkinci konu, bir kişinin ortağı olduğu şirkete faizsiz borç vermesinin iktisadi ve ticari icaplara uygun olup olmadığı konusunda tereddüt yaşanması ilginç. Ülkemiz koşullarında, küçük ve orta boy işletmelerde sıklıkla karşılaşılan, hayatın olağan akışında sıradan ve yaygın olarak yapılan bir işlem. Birçok küçük ve orta boy şirkette, işletme kasasıyla ortağın cebinin yeterince ayrılmadığı, şirket nakdinin sıklıkla ortak tarafından faizsiz kullanıldığı (emsal faiz oranıyla faiz hesaplanmasına ve gelir yazılmasına ilişkin açık düzenleme var), buna karşılık şirket ihtiyaç duydukça ortak tarafından faizsiz finanse edildiği (gerçek kişi ortak için emsal faiz oranıyla faiz hesabına ve beyanına ilişkin yasal bir hüküm yok) bir gerçek. Bu kadar açık ve yaygın bir işlem iktisadi ve ticari icaplara aykırı denirse, bu düzenlemeyi uygulamak nasıl mümkün olabilir? Sonuçta bu konuda da yasal düzenleme veya uygulama olarak atılması gereken bir adım var.

Birkaç cümleyle sınırlı da olsa ne yapılması gerektiğine ilişkin düşüncemi de paylaşayım. Yukarıda da ifade ettim. Maddenin geneli itibariyle söylemek gerekirse, maddeye dokunmadan şikayet edilen uygulamayı değiştirmek çok olası değil. Bütün maddelerin lafzı açık görülmüyor, hem İdare hem mükellef tarafı için söylüyorum, lafız bir kenara bırakılıp maddenin amacından hareketle farklı uygulamalar yapılıyor. Bu kültürü maddeye dokunmadan değiştirmek mümkün değil. İşe buradan başlamak gerektiği düşüncesindeyim.

Yargı kararına konu olan ispat külfetinin kime ait olması gerektiği hükmüyle sınırlı olarak ifade etmek gerekirse, ispat külfetini esas olarak tarhiyatı yapan tarafa, bir başka deyişle vergi kaçırıldığını iddia eden tarafa vermek esas olmalı. Vergi incelemelerini ve vergi kaçırıldığının ispatını zorlaştıran bir düzenleme varsa, örneğin sadece mal hareketlerini izleyerek veya sahte belgeyle mücadele ederek vergi kaçırıldığının ispatı mümkün değil deniyorsa, bu konular da birlikte değerlendirilebilir. Bu kadar istisna ve muafiyetin olduğu, beyanname sayısının bu kadar az olduğu bir vergi sisteminde vergi kaçırıldığının ispatı zorsa, bu konulara da bakılabilir. Önerim sadece ispat külfetini kamuya bırakmak değil özetle. Recep BIYIK

https://www.dunya.com/kose-yazisi/olmayanin-ispati/665303

TÜİK tarafından yayınlanan 2020 yılı istatistiklerine göre taşımacılık hizmeti; ülkemizin hizmet ihracatı içerisinde %64,6 ile ilk sırada yer almaktadır. Bu denli önemli olan sektöre yönelik olarak belirli şartlar uyarınca kara, hava, deniz ve demiryolu ile yapılan yük ve yolcu taşıma hizmetleri KDV’den istisna edilmiştir. KDV Genel Uygulama Tebliği uyarınca bu kapsamda iade talebinde bulunacak mükelleflerden yetki belgesi (C2) aranılmaktadır.

Ancak, uygulamada, bu yetki belgelerinin usulüne uygun olarak kullanılmadığı görülmektedir.

Taşımacılık istisnasına ilişkin yasal düzenleme

Transit ve Türkiye ile yabancı ülkeler arasında yapılan taşımacılık işlerinde, Cumhurbaşkanı tarafından belirlenecek taşıma işleri KDV’den istisna bulunmaktadır (KDV Kanunu, Mad. 14).

Taşımacılık istisnasına ilişkin detayların yer aldığı KDV Genel Uygulama Tebliği’nin II/C bölümünde yapılan açıklamalara göre, yabancı bir ülkede başlayıp Türkiye’ den geçerek yabancı bir ülkede sona eren (transit taşımacılık) ve yabancı ülkede başlayıp Türkiye’ de sona eren ya da Türkiye’ de başlayıp yabancı bir ülkede sona eren (uluslararası taşımacılık), deniz, hava, karayolu ve demiryolu ile yapılan yük ve yolcu taşıma işleri KDV’den istisnadır. Tam istisna niteliğinde bulunan bu işlemler nedeniyle yüklenilip indirim konusu yapılamayan KDV’ler ise, taşımacılık yapanlara iade edilmektedir (KDV Kanunu, Mad. 14, 32).

KDV iadesinde hangi belgeler aranılıyor?

Taşımacılık istisnasından kaynaklanan iade taleplerinde aşağıdaki belgeler aranılmaktadır:

  • Standart iade talep dilekçesi,
  • İstisnanın beyan edildiği döneme ilişkin indirilecek KDV listesi,
  • İade hakkı doğuran işleme ait yüklenilen KDV listesi,
  • İadesi talep edilen KDV hesaplama tablosu,
  • Satış faturaları listesi,
  • Uluslararası taşımacılık faaliyetinin yürütülmesi için ilgili mevzuat gereğince yetki belgesi alınmasının zorunlu olması halinde, söz konusu belge
  • Taşımacılık işinin mahiyetine göre tebliğde sayılan diğer belgeler.

Uluslararası taşımacılık yetki belgesini kim veriyor?

Yukarıda sayılan belgelerden, uluslararası taşımacılık faaliyetinin yürütülmesi için ilgili mevzuat gereğince yetki belgesi alınmasının zorunlu olması halinde, söz konusu belge”, T.C. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı tarafından verilmektedir. İlgili Bakanlık tarafından yetki belgeleri ile ilgili düzenleme Karayolu Taşıma Yönetmeliği’nde yer almaktadır.

Söz konusu Yönetmelikte yer alan düzenlemeler aşağıdadır:

  • Kamuya açık karayolunda motorlu taşıtlarla yolcu ve yük taşımacılığı faaliyetinde bulunacak gerçek ve tüzel kişilerin yapacakları faaliyete uygun olan yetki belgelerini ilgili bakanlıktan almaları zorunludur. (Mad.5)
  • Bir taşıt belgesine kayıtlı olmayan taşıtların terminallere, yükleme veya boşaltma noktalarına giriş ve çıkışlarına, sınır kapılarından çıkışlarına izin verilmemektedir. (Mad.9)
  • Yetki belgeleri, satılamaz ve devredilemez. (Mad.9)
  • Yetki belgesi sahipleri; yapacakları taşımacılık faaliyetlerinde sadece kendi taşıt belgelerinde kayıtlı taşıtları kullanabilirler. (Mad.30)
  • Bir yetki belgesi sahibinin taşıt belgesine sözleşmeli olarak kayıtlı taşıtların sahipleri kendi nam ve hesabına taşıma yapamazlar. (Mad.40)
  • C2 türü yetki belgesi alınabilmesi için en az, 8 adet özmal birim taşıt ve 320 tonluk asgari kapasite ile 100.000 Türk Lirası sermayeye sahip olunması gerekmektedir. (Mad.14)

Yetki belgelerinin devri veya satışı yapılabilir mi?

Yukarıda yer verilen yönetmelik hükümlerinden anlaşılacağı üzere; karayolu yetki belgelerinin satılması ve devredilmesi mümkün değildir.

Bir mükellefin taşımacılık faaliyeti yapabilmesi için yetki belgesine sahip olması gerekmektedir. Yetki belgesine sahip olmak için gerekli şartları sağlayamayan mükellefler, araçlarını yetki belgesi sahibi firmalara kiralamaktadırlar. Bu şekilde araçlarını yetki belgesi sahibi firmaların kiralık araçlar listesine ekleterek bu firmaların unvanı altında faaliyet gösterebilirler. Bu durumunda taşıtını bir yetki belgesi sahibinin taşıt belgesine sözleşmeli olarak kaydettiren mükelleflerin kendi nam ve hesabına taşımacılık faaliyetinde bulunmaları yasaktır.

Uygulamada bazı mükelleflerin yukarıda yer verilen hükümlere aykırı olarak hareket ettiklerine rastlanılmaktadır. Yetki belgesine haiz olmayan firmalar, taşıtlarını yetki belgesi sahibi firmalara kiralamak suretiyle ilgili firmanın taşıt belgesine sözleşmeli olarak kaydettirmiş olmalarına rağmen kendi nam ve hesaplarına taşımacılık faaliyetine devam etmektedirler. Bu duruma KDV iadelerinde sıkça rastlanılmaya başlanılmıştır.  

 Durumu bir örnek ile açıklamak gerekirse; A firması 2 adet kamyona sahip ve ilgili yönetmelik uyarınca asgari araç şartını sağlayamadığı için C2 türü yetki belgesi bulunmamaktadır. Bu sebeple A firması 2 adet aracını C2 türü yetki belgesi bulunan B firmasına sözleşme düzenlemek suretiyle kiralamış ve B firması da kiralama sözleşmesine istinaden söz konusu 2 adet aracı sahibi bulunduğu C2 türü yetki belgesi ekinde yer alan taşıt listesine kiralık araç olarak kaydettirmiştir. Bu durumda araçlar B firmasına kiralandığı için hukuken tasarruf hakkı B firmasına geçmiştir ve A firmasının B firması adına taşımacılık yapması gerekmektedir. Ancak uygulama da karşılaşılan durum ilgili mevzuatta yer alan düzenlemelerden farklılık göstermektedir. Araçlarını kiralayan A firması, B firması adına taşımacılık faaliyetinde bulunması gerekirken ilgili yönetmelik uyarınca yasak olmasına karşın kendi nam ve hesabına taşımacılık faaliyetinde bulunmakta ve taşımacılık faturasını KDV istinası kapsamında kendisi düzenlemektedir.

İdarenin konuyla ilgili görüşü;

Yukarıda yer verilen konuya ilişkin olarak bir mükellef, C2 yetki belgesine haiz firmadan kiraladığı C2 yetki belgesine istinaden kendi mülkiyetinde olan araçları ile taşımacılık faaliyetinde bulunduğunu ve bu taşımacılık faaliyetine ilişkin olarak fatura ve irsaliyeyi kendisinin mi yoksa yetki belgesi sahibi firmanın mı düzenlemesi gerektiği yönünde idareden talep etmiştir.

Hatay Vergi Dairesi Başkanlığı vermiş olduğu özelgede; özelge talep eden mükellefin C2 yetki belgesi sahibi firma ile sözleşme imzalamak suretiyle kendi mülkiyetinde olan araçları C2 yetki belgesi sahibi firmaya kiralaması ve onun ünvanı altında taşımacılık yapmasından dolayı taşıma irsaliyesi ve faturanın C2 yetki belgesi sahibi firma tarafından düzenlenmesi gerektiğini belirtmiştir (Hatay VDB’nin 16.05.2013 tarih ve 8031814 010.01[VUK 2013/17.]61 sayılı özelgesi).

Bir başka mükellef ise, C2 yetki belgesi sahibi firma ile yaptıkları sözleşmeye istinaden ilgili firma adına ve bu firmanın C2 belgesiyle yurtdışına taşımacılık faaliyetinde bulunduğunu belirterek, C2 belgesine sahip firmaya kendisi tarafından düzenlenecek fatura da KDV hesaplanıp hesaplanmayacağı yönünde görüş istenmiştir.

Kocaeli Vergi Dairesi Başkanlığı vermiş olduğu özelgede; uluslararası taşıma işini fiilen yapmasından dolayı mükellefi alt yüklenici olarak değerlendirmiş olup, mükellef tarafından bu işi bütünüyle yüklenen organizatör firmaya düzenlenecek faturalarda uluslararası taşımacılık istisnasından yararlanılmasının mümkün bulunduğunu belirtmiştir (Kocaeli VDB’nin 02.08.2013 tarih ve 93767041-[KDV-2012/7.]-148) sayılı özelgesi).

Değerlendirme;

Hatay Vergi Dairesi Başkanlığı tarafından verilen özelgede net bir şekilde ifade edildiği üzere; taşımacılık faturasının araçlarını kiralayan firma tarafından değil yetki belgesi sahibi tarafından düzenlenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla taşımacılık istisnası kapsamında KDV iade talebinde bulunması gereken firma; araçlarını kiralayan firma değil, yetki belgesi sahibi firma olmalıdır.

Ancak, yaptığımız değerlendirme ile farklılık gösteren Kocaeli Vergi Dairesi Başkanlığının vermiş olduğu özelgede, yetki belgesi olmayan ancak taşımacılık işini fiilen yapan firmanın, işi bütünüyle yüklenen organizatör firmaya düzenlenecek faturalarda taşımacılık istisnasından yararlanılacağı belirtilmiş olup, bu görüşe dayanak olarak KDV Genel Uygulama Tebliğinde yer alan istisna kapsamına giren taşıma faaliyetlerinin tamamının veya bir kısmının başka taşımacılara yaptırılması halinde, gerek taşıma işini yaptıran firmaya karşı muhatap olarak işi yüklenen organizatör firmanın, gerekse ikinci derece yüklenici olarak fiili nakliyeyi gerçekleştiren firmanın bu faaliyetleri istisna kapsamına girdiğinden her iki faaliyetin de vergiye tabi olmayacağı” yönündeki düzenleme dayanak gösterilmiştir.

Kocaeli Vergi Dairesi Başkanlığının vermiş olduğu özelgenin hatalı olduğu değerlendirilmektedir. Şöyle ki; yetki belgesi olmayan bir firma, yetki belgesi sahibi bir firma adına ve bu firmanın C2 belgesi ile taşımacılık yapabilmesi için kendi öz malı olan araçlarını yetki belgesi sahibi firmaya sözleşme düzenlemek suretiyle kiralaması gerekmektedir. Bu durumunda araçlarını kiralayan firma artık yetki belgesi sahibi firma adına taşımacılık yapmaktadır. Bu durumda tebliğ hükmünde yer alan işlerin tamamının veya bir kısmının başka firmalara yaptırılması durumu gerçekleşmemektedir. Çünkü yetki belgesi olmayan firma araçlarını bir başka firmaya kiraladığı için ilgili yönetmelik uyarınca artık kendi adına taşımacılık yapamayacağı için bir alt taşeronluk durumu da oluşmamaktadır. Yetki belgesi sahibi organizatör firma üstlendiği işin sorumluluğunu araçlarını kiraladığı firmaya devretmeden kiraladığı araçlarla taşımacılık faaliyetini yürütmektedir. Bu durumda aracını kiraya veren firma tarafından ikinci derece yüklenici olarak taşımacılık faaliyeti değil araç kiralanması söz konusu olduğundan aracını kiralayan tarafından organizatör firmaya düzenlenmesi gereken fatura taşımacılık faturası değil, kiralama faturası olmalıdır. Kiralama işleminin taşımacılık istisnasından yararlanması mümkün bulunmadığından, araç kiralama işleminin genel hükümler çerçevesinde KDV’ ye tabi olması gerekmektedir.

Sonuç olarak;

KDV Genel Uygulama Tebliği uyarınca uluslararası taşımacılık faaliyetinin yürütülmesi için ilgili mevzuat gereğince yetki belgesi alınmasının zorunlu olması halinde, söz konusu belgenin taşımacılık istisnası kapsamında iade talebinde bulunan mükelleflerden aranılması gerekmektedir. İlgili mevzuat olan Karayolu Taşıma Yönetmeliğinin 5. maddesinde kamuya açık karayolunda motorlu taşıtlarla yolcu ve yük taşımacılığı faaliyetinde bulunacak gerçek ve tüzel kişilerin yapacakları faaliyete uygun olan yetki belgelerini ilgili bakanlıktan almaları zorunlu tutulmuştur. Yönetmelik hükmü açıkça ortaya koymaktadır ki yetki belgeleri gerçek ve tüzel kişiler adına olmalıdır. Dolayısıyla taşımacılık istisnası kapsamında KDV iade talebinde bulunan mükelleften aranacak yetki belgesinin de mükellef adına olması gerekmektedir.

 Yetki belgesi olmayan mükelleflerin araçlarını yetki belgesi sahibi firmalara kiralamak suretiyle yetki belgesi sahibi firmaların araç listesine kaydettirilmesi aranılan şartı yerine getirmemekte olup, taşımacılık istisnası kapsamında KDV iade talebinde bulunması gereken mükellefleryetki belgesi adlarına düzenlenmiş olan mükellefler olmalıdır. Mustafa GÜL
Vergi Müfettişi

https://www.dunya.com/kose-yazisi/tasimacilik-kdv-iadesinde-yetki-belgesi-sorunu/665319

Salı, 02 Ağustos 2022 13:39

ARGE Teşvikleri 2022 (e-Kitap)

Serbest Muhasebeci Mali Müşavirlik ve Yeminli Mali Müşavirlik mesleği önemini ve değerini her geçen gün daha fazla artırarak ülke ekonomisi ve işletmeler için güven oluşturmaktadır. Mesleki standartlarımız, disiplin kurallarımız ve etik ilkelerimiz mesleğe olan güvenin gelişip güçlenmesini sağlayan yapı taşlarıdır.

Dünyada dijitalleşmenin ve tüketim ekonomisinden, döngüsel ekonomiye geçiş sürecinin yoğun olarak tartışıldığı ve buna yönelik planlamaların yapıldığı bir dönemi yaşıyoruz. Dünyada ve ülkemizde işletmeler, makro ekonomi ve sosyal yaşam için en önemli kavram haline gelen sürdürülebilirlik, her alanda bizleri etkisi altına alacak bir gelişim gösteriyor.

En büyük güç olan bilginin değeri ve önemi her geçen gün artıyor. Temel dayanağını bilgiden alan araştırma geliştirme faaliyetleri bir ülkenin veya firmanın teknoloji yaratma gücünü ifade etmektedir. Yenilik ve gelişim düşüncesinin doğuşundan başlayıp uygulanmasına, ticarete dönüşmesine, ekonomik fayda sağlamasına kadar tüm aşamaları kapsayan süreci ise inovasyon oluşturuyor.

Mesleki Sorumluluklar ile Sorunları İzleme ve Araştırma Kurulu tarafından hazırlanan ve bizlerin istifadesine sunulan AR-GE Teşvikleri çalışması oldukça faydalı bilgilere yer vermektedir.

AR-GE Teşvikleri kitabının hazırlanmasındaki emeklerinden dolayı Mesleki Sorumluluklar ile Sorunları İzleme ve Araştırma Kuruluna teşekkür ediyorum. Sizlerin istifadesine sunduğumuz AR-GE Teşvikleri kitabının, çalışmalarınıza katkı da bulunmasını ve faydalı olmasını diliyorum.

Emre KARTALOĞLU

TÜRMOB Genel Başkanı

2022 Arge Teşvikleri İndirmek İçin Tıklayınız

Danıştay 4. Daire

Tarih : 08.03.2021

Esas No : 2016/138

Karar No : 2021/1488

VUK Md. 160

VERGİ MÜKELLEFİYETİNİN SAHTE BELGE DÜZENLEMEK AMACIYLA TESİS EDİLDİĞİ GEREKÇESİYLE RE’SEN TERKİNİ

Sahte belge düzenlemek için vergi mükellefiyeti tesis edildiği hususunun VUK Md. 160’a göre sabit olduğunun tespiti durumunda, mükellefiyetin re’sen terkininde hukuka aykırılık bulunmadığı hk.

İstemin Konusu: İstanbul 4. Vergi Mahkemesinin 30.06.2015 tarih ve E:2014/1005, K:2015/1766 sayılı kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.

Dava Konusu İstem: Davacı, hakkında düzenlenen vergi tekniği raporuna istinaden sahte fatura düzenlemekten dolayı mükellefiyetinin kaydının re’sen terkin edilmesine dair işlemin iptali istenilmiştir.

İlk Derece Mahkemesi Kararının Özeti: Vergi Mahkemesince verilen kararda; davacının 14.11.2011 tarihli yoklamada adreste olmadığı ve tanınmadığı, ancak diğer yoklamalarda adresinde bulunduğu; davacı şirketin, mal veya hizmet aldığı firmalar hakkında olumsuz rapor ve tespitler bulunduğu ve kapasitesi ile ilgili değerlendirmelere yer verildiği, ancak mal veya hizmet sattığı kişilerle ilgili somut tespit ve değerlendirmelere yer verilmediğinin görüldüğü, bu tespitlerden davacı şirketin bir kısım vergisel ödevlerini yerine getirmediği anlaşılmakta ise de, münhasıran sahte belge düzenlemek amacıyla mükellefiyet tesis ettirdiği sonucuna varılamayacağından, vergi mükellefiyetinin re’sen terkininde hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Belirtilen gerekçelerle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Temyiz Edenin İddiaları: Davacı mükellef hakkında yapılan vergi incelemesinde ilgili yıllarda sahte fatura düzenlediği tespit edilerek vergi tekniği raporu düzenlendiği; öncelikle işlemin öğrenme tarihini belirtmediğinden davanın süresinde açılıp açılmadığının anlaşılamaması nedeniyle davanın usulden reddi; mal veya hizmet alışlarının gerçek olmaması nedeniyle de davanın esastan reddi gerektiği ileri sürülmektedir.

Karşı Tarafın Savunması: Cevap verilmemiştir.

Karar: 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 160. maddesinin ikinci fıkrasında, işi bırakma bildiriminde bulunmayan bir mükellefin işi bıraktığının tespit edilmesi veya yapılan araştırma ve yoklamalar sonucu bilinen adreslerinde bulunamaması ve başka bir adreste faaliyete devam ettiğine dair bilgi edinilememesi veya başkaca bir ticari, zirai ve mesleki faaliyeti olmadığı halde münhasıran sahte belge düzenlemek amacıyla mükellefiyet tesis ettirildiğinin vergi incelemesine yetkili olanlarca düzenlenen rapor ile tespit edilmesi ve mükellefiyet kaydının devamına gerek görülmediğinin raporda belirtilmesi halinde, mükellefin işi bırakmış addolunacağı ve mükellefiyet kaydının vergi dairesince terkin edileceği; 161. maddesinde de, vergiye tabi olmayı gerektiren muamelelerin tamamen durdurulması ve sona ermesinin işi bırakmayı ifade ettiği, işlerin herhangi bir sebep yüzünden geçici bir süre için durdurulmasının işi bırakma sayılmayacağı hükme bağlanmıştır.

Davacı hakkında düzenlenen 14.01.2014 tarih ve 2014-A-… sayılı Vergi Tekniği Raporu’nda; mükellef kurumun 25.02.2009 tarih ve 7257 sa-

yılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesinde yayınlanan ilana göre 19.02.2009 tarihinde ... ve ... ortaklığı ile kurulduğu, ...’nün şirket müdürü olarak seçildiği; Ortaklardan ...’nun hissesini 26.02.2009 tarihinde ...’ya devrettiği, bu kişinin de hissesine 26.06.2012 tarihinde ...’a devrettiği ve ...’un 10 yıl süre ile şirket müdürü olarak atandığı; şirket ortaklarından ...’nün beş şirkette daha yöneticilik ve ortaklığı bulunduğu, bunların dört tanesinde çoğunluk hisse sahibi olduğu, bu şirketler hakkında raporların bulunduğu; belge basım ve defter tasdik bilgilerinin bulunduğu; beyannamelerin verildiği; 16.10.2009 tarihli yoklamada, ücretli çalışan ve demirbaş bulunmadığı, adreste iki adet şirketin daha faaliyette olduğu; 17.01.2011 tarihli yoklamada, benzer tespitlerle birlikte üç bilgisayar, bir yazıcı, 4 masa, evrak dolabı, bir adet televizyon bulunduğu; 14.11.2011 tarihli yoklamada adreste olmadığı ve tanınmadığı; 15.12.2011 tarihli yoklamada, faaliyette olduğu, çalışan olmadığı, adreste büro mobilyaları, bilgisayar vs bulunduğu; 168.158,47 TL ödenmeyen vergi borcu bulunduğu, 807,39 TL ödeme yapıldığı; mal ve hizmet alımlarının, hakkında sahte belge düzenlemekten dolayı vergi tekniği raporu bulunan firmalardan yapıldığı; BA/BS analizlerine göre mal ve hizmet satış tutarları ile katma değer vergisi beyanlarının birbirini tutmadığı mükellef şirketin kapasitesi ile ilgili olarak, 2009 yılı aktif toplamının 175.340,80 TL olduğu ve bu tutarın tamamının kasa ile müşterilerden senetsiz alacaklardan oluştuğu, bu tutardaki aktif varlığın kaynağının ise, satıcılara olan senetsiz borçlar ve ödenecek vergiler olduğu, takip eden yıllarda da benzer durumlar olduğu, mükellef şirketin kasa hesabında beyan ettiği ticaret hacmine kıyasla çok cüzi tutarlar bulunduğu, tahsilatlarını yüksek oranda çekle yapmasına rağmen çek olmadığı, aktif kısmın büyük kısmının ticari alacaklardan oluştuğu; şirket ortağı .. .’nün hem ... Film ... Ltd. Şti. hem de ... Film ... Ltd. Şti. ortağı ve müdürü olduğu, bu şirketlerin aynı adreste bulunduğu, aynı şahsın müdürü ve ortağı olduğu bu şirketlerin hiçbir ekipman ve malzemeye sahip olmamasına rağmen birbirlerine bu ekipmanların kiralama faturaları kestiği ve iç piyasaya bu yolla fatura düzenledikleri, aynı şirkete sahip ortağın ve müdürün aynı adreste yine kendisine ekipman kiralama faturası kesmesinin ticari teknik icaplara uymadığı gibi mantıklı bir açıklamasının da bulunmadığı, şirketin beyan ettiği ciroyu gerçekleştirecek kapasiteye ve ticari organizasyona sahip olmadığı; mükellef kuruma ait taşıt gayrimenkul alış satış bilgisi bulunmadığı; mükellef kurumun 6111 sayılı Kanun kapsamında 2009 takvim yılları hariç kurumlar vergisi yönünden matrah artırımı, KDV yönünden de vergi artırımında bulunduğu; sonuç olarak mükellefin gerçek anlamda bir ticari faaliyetinin olmadığı ve işe başlama tarihi olan 19.09.2009 tarihinden itibaren düzenlediği tüm faturaların tamamının herhangi bir mal ya da hizmet hareketine dayanmadan komisyon geliri elde etmek amacıyla düzenlenmiş sahte belgeler olduğu, tespit ve değerlendirmelerine yer verilmiştir.

Yukarıda yer verilen tespitler ile dosyadaki bilgi ve belgelerin değerlendirilmesinden, davacı şirketin iş yeri adresinde 16.10.2009 tarihli yoklamada; ücretli çalışan ve demirbaş bulunmadığı, ... Film Müzik Yap. İnt. Tv. Ses Gör. Tic. Ltd. Şti. ile aynı adresin kullanıldığı, 14.11.2011 tarihli yoklamada şirketin adreste olmadığı ve tanınmadığı, şirketin faaliyette olduğuna yönelik diğer yoklamalarda dahi herhangi bir ticari emtia bulunduğuna yönelik tespit yer almadığı, beyanlarında yer alan yüksek matrahlara ulaşabilecek ticari ve teknik kapasitesinin bulunmadığı, şirket ortağı .. .’nün hem ... Film ... Ltd. Şti. hem de ... Film ... Ltd. Şti. ortağı ve müdürü olduğu, bu şirketlerin aynı adreste bulunduğu, aynı şahsın müdürü ve ortağı olduğu bu şirketlerin hiçbir ekipman ve malzemeye sahip olmamasına rağmen birbirlerine bu ekipmanların kiralama faturaları kestiği ve iç piyasaya bu yolla fatura düzenledikleri, aynı şirkete sahip ortağın ve müdürün aynı adreste yine kendisine ekipman kiralama faturası kesmesinin ticari ve teknik icaplara uymadığı, davacı şirket tarafından tanzim edilen faturaların komisyon karşılığında düzenlenen belgeler olduğu sonucuna varılmış olup, başkaca bir ticari, zirai ve mesleki faaliyeti olmadığı halde münhasıran sahte belge düzenlemek amacıyla mükellefiyet tesis ettirilmesi nedeniyle mükellefiyet kaydının re’sen terkinine ilişkin 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 160. maddesindeki şartların oluştuğu anlaşıldığından, aksi yöndeki Vergi Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.

Açıklanan nedenlerle; temyiz isteminin kabulüne, temyize konu İstanbul 4. Vergi Mahkemesinin 30.06.2015 tarih ve E:2014/1005, K:2015/1766 sayılı kararının bozulmasına, yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın anılan Vergi Mahkemesine gönderilmesine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun (Geçici 8. maddesi uyarınca uygulanmasına devam edilen) 54. maddesinin 1. fıkrası uyarınca bu kararın tebliğ tarihini izleyen onbeş (15) gün içinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, oyçokluğuyla karar verildi(*).

(*)  KARŞI OY: Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, temyize konu mahkeme kararının bozulmasını sağlayacak nitelikte bulunmadığından temyiz isteminin reddi gerektiği görüşüyle Dairemiz kararına katılmıyorum.

Danıştay VDD Kurulu

Tarih : 18.05.2022

Esas No : 2020/1580

Karar No : 2022/597

VUK Md. 10

ŞİRKETİN KAMU BORCUNDAN DOLAYI KANUNİ TEMSİLCİ ADINA ÖDEME EMRİ DÜZENLENMESİ

Asıl amme borçlusu şirkete ait olduğu görülen mal varlığının vergi borcunu karşılayıp karşılamadığının belirlenmesi ve kamu alacağının şirketten tahsil edilebilmesi için tüm takip yollarının tüketilmesi gerekirken, tespit ve belirleme yapılmaksızın kamu alacağının tahsili amacıyla kanuni temsilci adına ödeme emri düzenlenmesinde hukuki isabet bulunmadığı hk.

İstemin Konusu: Konya 1. Vergi Mahkemesinin 21.10.2020 tarih ve E:2020/921, K:2020/770 sayılı ısrar kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.

Dava Konusu İstem: Davacı adına, … Petrol Ürünleri Boya Kimya Otomotiv Nakliye San. ve Tic. Ltd. Şti’nden tahsil edilemeyen kamu alacaklarından dolayı kanuni temsilci sıfatıyla düzenlenen ve 06.05.2014 tarihinde tebliğ edilen 23.01.2014 tarih ve … takip numaralı ödeme emrinin; 2006 yılına ait kurumlar vergisi ve kurumlar vergisinin ziyaa uğratılmasından dolayı kesilen ve tekerrür hükümleri uygulanmak suretiyle arttırılan vergi ziyaı cezası, 2006 yılının Aralık dönemine ilişkin katma değer vergisinin ziyaa uğratılmasından dolayı kesilen ve tekerrür hükümleri uygulanmak suretiyle arttırılan vergi ziyaı cezası, 2006 yılının Ekim-Aralık dönemine ilişkin aslı aranmayan geçici vergiye bağlı olarak kesilen vergi ziyaı cezası ile 2006 yılına ait özel usulsüzlük cezasına ilişkin kısmının iptali istemiyle dava açılmıştır.

Konya Vergi Mahkemesinin 23.10.2014 tarih ve E:2014/1022, K:2014/1706 Sayılı Kararı: Davacı, 14.09.2006 ile 01.03.2007 tarihleri arasında asıl amme borçlusu şirketin kanuni temsilcisidir.

Dava konusu ödeme emirlerine konu 2006 yılına ilişkin amme alacağının tahsili amacıyla şirket adına düzenlenen ödeme emri üzerine borç ödenmemiş, amme alacağının şirket tüzel kişiliğinden tahsili amacıyla mal varlığı araştırması yapılmıştır.

Amme borçlusu şirketin mal varlığı vergi borcunu karşılayacak nitelikte olmadığından şirketten tahsil edilemeyeceği anlaşılan amme alacağının kanuni temsilci sıfatıyla davacıdan takip ve tahsili amacıyla dava konusu ödeme emri düzenlenmiştir.

Dolayısıyla, ödeme emri içeriği amme alacağının şirket tüzel kişiliğinden tahsil edilememesi nedeniyle davacının anılan amme alacağından sorumlu tutulmasında ve adına anılan amme alacağının tahsili amacıyla dava konusu ödeme emrinin düzenlenmesinde yasal isabetsizlik bulunmamaktadır.

Vergi Mahkemesi bu gerekçeyle davayı reddetmiştir.

Davacının Temyiz İstemini İnceleyen Danıştay Dokuzuncu Dairesinin 07.11.2018 Tarih ve E:2016/6774, K:2018/6733 Sayılı Kararı:

213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 10. maddesine göre kanuni temsilci sıfatıyla ilgili kişilerin takip edilebilmesi için vergi borcunun usulüne uygun bir biçimde tarh, tahakkuk ve tebliğ safhalarından geçerek borcun kesinleştirilmesi, vergi borçlusu hakkında tüm takip yollarının tüketilmesi ve amme alacağının, vergi borçlusundan kısmen veya tamamen tahsil imkanının bulunmadığının somut bir biçimde ortaya konulması gerekmektedir.

Asıl amme borçlusu şirketin banka mevduat hesaplarına haciz uygulanmıştır. Bu nedenle şirketin banka hesabındaki tutarların idarenin hesabına alınması sonucunda vergi borcunu karşılayıp karşılamadığının belirlenmesi ve sonrasında davacının takip edilmesi gerekmesine rağmen bu yollar tüketilmeden davacı adına ödeme emri düzenlenmesinde hukuka uygunluk, davanın reddi yolundaki kararda hukuki isabet görülmemiştir.

Daire, bu gerekçeyle kararı bozmuş; davalı idarenin karar düzeltme istemini de reddetmiştir.

Konya 1. Vergi Mahkemesinin 21.10.2020 Tarih ve E:2020/921, K:2020/770 Sayılı Israr Kararı: Mahkeme, ilk kararında yer alan aynı hukuksal nedenler ve gerekçeye ek olarak şirketin haciz konulan hesaplarında amme alacağını karşılamaya yeterli olmayacak çok düşük tutarda meblağların bulunduğu gerekçesiyle ısrar etmiştir.

Temyiz Edenin İddiaları: Asıl amme borçlusu nezdinde yapılan mal varlığı araştırmasının nasıl ve ne şekilde yapıldığının araştırılmadığı, asıl borçlu şirket hakkında tüm takip yollarının usulüne uygun olarak kesinleştirilmediği belirtilerek ısrar kararının bozulması gerektiği ileri sürülmektedir.

Karşı Tarafın Savunması: Asıl amme borçlusu şirket hakkında yapılan mal varlığı araştırması sonucu şirket adına kayıtlı herhangi bir mal varlığına rastlanılmadığı, banka hesaplarında yer alan tutarların cüzi olduğu belirtilerek temyiz isteminin reddi gerektiği savunulmuştur.

Karar: Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nin 26.09.2006 ve 01.03.2007 tarihlerinde yayımlanan nüshalarında ilan edildiği üzere, değinilen dönemler arasında davacı, … Petrol Ürünleri Boya Kimya Otomotiv Nakliye San. ve Tic. Ltd. Şti.’nin (Yeni unvanı: … Petrol Ürünleri Boya Kimya Otomotiv Nakliye San. ve Tic. A. Ş.) kanuni temsilcisidir.

Davalı idare tarafından dosyaya sunulan bilgi ve belgelere göre asıl amme borçlusunun bankalar nezdinde 193,45 TL değerinde parası bulunmaktadır. Diğer taraftan, mal varlığı araştırması sonucunda şirket adına kayıtlı araç ve taşınmaz bulunmadığı tespit edilmiştir.

25.12.2014 tarihinde yayımlanan 8723 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde ilan edildiği üzere asıl amme borçlusu şirket tür değiştirmek suretiyle anonim şirkete dönüşmüş, düzenlenen tür değiştirme planına istinaden tanzim edilen öz sermaye raporunda şirketin 31.12.2012 tarihli bilançosu esas alınarak 1.927.668,29 TL değerinde öz varlığının bulunduğu tespit edilmiştir.

Davalı idarece Konya 2. Vergi Mahkemesinin 2017/810 esas sayılı dosyasına çeşitli bilgi ve belgeler sunulmuştur. Bunların UYAP ortamında incelenmesinden, asıl amme borçlusu şirket hakkında 16.08.2016 tarihinde inceleme tutanağı tanzim edildiği görülmektedir. Anılan tutanakta şirketin brüt satışlarının 44.576.453,41 TL olduğu belirlenmiş, ayrıca şirket adına sanayi sicil belgesi ve kapasite raporu düzenlendiği ve yeminli mali müşavir tarafından düzenlenen üretim tasdik raporunun mevcut olduğu tespit edilmiştir.

Diğer taraftan, Konya Vergi Mahkemesinin 16.07.2014 tarih ve E:2014/731, K2014/1428 sayılı kararında, asıl amme borçlu şirkete ait 298.000 TL değerinde menkul malın bulunduğu, değinilen menkul malın haczedilerek güvenilir şahsa teslim edildiği ve 23.01.2014 sayılı işlem ile anılan menkul malın güvenilir şahıstan iadesinin istenildiği belirtilmiştir.

213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun “Kanuni Temsilcilerin Ödevi” başlıklı 10. maddesinin birinci fıkrasında, tüzel kişilerle küçüklerin ve kısıtlıların, vakıflar ve cemaatler gibi tüzel kişiliği olmayan teşekküllerin mükellef veya vergi sorumlusu olmaları halinde bunlara düşen ödevlerin kanuni temsilcileri, tüzel kişiliği olmayan teşekkülleri idare edenler ve varsa bunların temsilcileri tarafından yerine getirileceği açıklanmış, ikinci fıkrasında yukarıda yazılı olanların bu ödevleri yerine getirmemeleri yüzünden mükelleflerin veya vergi sorumlularının varlığından tamamen veya kısmen alınamayan vergi ve buna bağlı alacakların kanuni ödevleri yerine getirmeyenlerin varlıklarından alınacağı kurala bağlanmıştır.

213 sayılı Kanun’un “Bilanço” başlıklı 192. maddesinin ikinci ve devamı fıkralarında, bilançonun aktif ve pasif olmak üzere iki tabloyu ihtiva edeceği, aktif tablosunda mevcutlar ile alacakların (ve varsa zararın), pasif tablosunda borçların gösterileceği, aktif toplamı ile borçların arasındaki farkın, müteşebbisin işletmeye mevzu varlığını (Öz sermayeyi) teşkil edeceği düzenlenmiştir.

6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 180. maddesinde, bir şirketin hukuki şeklini değiştirebileceği, yeni türe dönüştürülen şirketin eskisinin devamı olduğu hükmüne yer verilmiştir.

Kanuni temsilcinin, temsilcisi olduğu tüzel kişinin vergi borcundan sorumlu tutulabilmesi için öncelikle, tüzel kişi hakkında 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile belirlenen takip ve cebren tahsil yollarının tüketilmesi ve kamu alacağının tüzel kişinin mal varlığından tahsil olanağının bulunmadığının tespit edilmesi gerekmektedir. Borçlu nezdinde bu tespit yapıldıktan sonra kanuni temsilcilerinin veya ortaklarının sorumluluğuna gidilmek suretiyle kamu alacağının tahsil edilmeye çalışılması icap etmektedir. Bu durumda, kamu alacağından, kanuni temsilcilerin veya ortakların hangi tutarda sorumlu tutulacağı ortaya konularak adlarına ödeme emri düzenlenmek suretiyle takip ve cebren tahsil işlemlerinin başlatılması gerekmektedir.

Davalı idare tarafından şirketin banka hesaplarında yer alan meblağlar hariç herhangi bir mal varlığının bulunmadığı, bulunan mal varlığının vergi borcunu karşılamayacağı ileri sürülerek şirketin hakkındaki takibatın sonuçsuz kaldığı belirtilmiştir.

Ancak “Maddi olay” başlığında da belirtildiği üzere asıl amme borçlusu şirketin mal varlığının işbu dosyaya sunulan bilgi ve belgelerde gösterilenlerle sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır. Anılan mal varlığının değerinin, dava konusu ödeme emri içeriğinde yer alan kamu alacağını karşılayıp karşılamadığı ya da bu alacağın ne kadarlık kısmını karşıladığı yolunda davalı idarece yapılmış herhangi bir tespit bulunmamaktadır.

Davalı idare tarafından asıl amme borçlusu şirket hakkında usulüne uygun olarak mal varlığı araştırması yapılmadığı müddetçe, kamu alacağının şirketten tahsilinin olanaksızlığından söz edilmesine hukuken imkan bulunmamaktadır.

Dolayısıyla asıl amme borçlusu şirkete ait olduğu görülen mal varlığının vergi borcunu karşılayıp karşılamadığının belirlenmesi ve kamu alacağının şirketten tahsil edilebilmesi için tüm takip yollarının tüketilmesi gerekirken, değinilen tespit ve belirleme yapılmaksızın kamu alacağının tahsili amacıyla davacı adına ödeme emri düzenlenmesinde hukuki isabet bulunmadığı sonucuna varılmıştır.

Anılan gerekçeyle ödeme emrinin dava konusu edilen kısmına karşı açılan davanın reddi yolundaki ısrar kararında hukuki isabet görülmediğinden, kararın bozulması gerekmektedir.

Açıklanan nedenlerle; Davacının temyiz isteminin kabulüne, Konya 1. Vergi Mahkemesinin 21.10.2020 tarih ve E:2020/921, K2020/770 sayılı ısrar kararının bozulmasına, 2577 sayılı Kanun’un (Geçici 8. maddesi uyarınca uygulanmasına devam edilen) 54. maddesinin 1. fıkrası uyarınca bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren on beş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, oyçokluğuyla karar verildi(*).

(*)      KARŞI OY: Temyiz dilekçesinde ileri sürülen iddialar, dayandığı hukuksal nedenler ve gerekçe karşısında ısrar kararının bozulmasını gerektirecek nitelikte bulunmadığından, istemin reddi gerektiği oyu ile karara katılmıyoruz.

 
Salı, 02 Ağustos 2022 10:07

Sermaye Azaltımında Vergileme

Şirkete konan sermayenin ortağa iade edilmesinin esas olarak vergi doğuran bir yönü yok. Sermayenin iadesi kâr dağıtımı değil. Dolayısıyla ortağa yapılan ödemeden stopaj yapılmıyor, ortaklar da iade aldıkları sermaye payını tutarına bakılmaksızın beyan etmiyorlar.

Malum, şirket sermayeleri sadece ortaklar tarafından konan sermayeyle sınırlı değil. Birçok şirket; yeniden değerleme fonu, enflasyon düzeltmesi olumlu farkı, geçmiş yıl kârları gibi, sermaye ve kâr yedeklerini kullanarak sermaye artırımı yapıyor. Bu tür şirketlerde sermaye azaltımı yapılması durumunda iki önemli vergileme tartışması ortaya çıkıyor:

  1. Azaltılan sermayenin kaynağı, dağıtımında vergilenecek bir kazanç veya fonsa, bu durumda da kaynağına bakılarak bir vergileme yapılıp yapılmayacağı,
  2. Vergileme yapılacaksa, ortağa ödenen kısmın kaynağının nasıl belirleneceği.

Konuyu 2009 yılında yazmıştım. O tarihte Mali İdarenin görüşü belliydi, halen de bu görüşte bir değişiklik yok. Bildiğim kadarıyla o tarihte bir yargı kararı yoktu. Sayıca çok olmasa da şu an itibariyle bir miktar yargı kararı da var. Bu makaleyi yazmaya beni sevk eden de yeni gördüğüm bir yargı kararı. Kararı aşağıda özetleyeceğim ama öncelikle İdarenin görüşünü hatırlatmak ve tespit ettiğim birkaç yargı kararını da kısaca belirtmek isterim.

Gelir İdaresinin görüşü

Gelir İdaresince verilen özelgelerde, sermaye azaltımında;

Öncelikle, işletmeden çekilmesi halinde kurumlar vergisine ve kâr dağıtımına bağlı vergi kesintisine tabi tutulacak hesapların (pasif kalemlere ait enflasyon fark hesapları, yeniden değerleme değer artış fonu, iştirakler yeniden değerleme değer artış fonu, maliyet artış fonu vb.),

Sonra, sadece kâr dağıtımına bağlı vergi kesintisine tabi tutulacak hesapların (geçmiş yıl karları, olağanüstü yedekler vb.),

Son olarak ise işletmeden çekilmesi halinde vergilendirilmeyecek olan ayni ve nakdi sermayenin işletmeden çekildiği kabul ediliyor.

Görüldüğü gibi, yukarıda ifade ettiğim iki tartışmalı konuda İdarenin cevabı net: 1) Sermayenin kaynağına bakılarak vergileme yapılır. 2) Ortağa ödenen tutarın kaynağı, en çok nasıl vergi çıkar formülüne göre belirlenir.

Yargı kararları

Konuyla ilgili yargı kararları, benim izleyebildiğim kadarıyla aynı yönde değil. Sermaye azaltımında, sermayenin kaynağına bağlı olarak vergileme (kurumlar vergisi ve kâr dağıtımına bağlı stopaj) yapılması gerektiğini söyleyen kararlar da var, vergileme yapılmayacağını söyleyen kararlar da var. Dolayısıyla yukarıda ifade ettiğim iki tartışmalı konuda yargının farklı kararları var. Vergileme yapılacağını söyleyen yargı kararlarında, ortağa ödenen tutarın kaynağının nasıl belirleneceğine ilişkin bir belirleme yok. En azından kararlardan bunu çıkartmak mümkün değil. İkinci ikinci tartışmalı konuda da yargı kararları bizi bir noktaya götürmüyor.

Gelelim bu makaleyi yazmama neden olan yargı kararına. Karar Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulunun 02.03.2022 tarih ve E:2020/1097 K:2022/97 sayılı kararı. Aslında, gördüğüm kadarıyla tek bir işlemden birden fazla ihtilaf ve yargı kararı çıkmış: Sermaye azaltan şirket kurumlar vergisi ve kâr dağıtımı stopajı tarhiyatlarını dava konusu yapmış, şirketin gerçek kişi ortağı da adına yapılan gelir vergisi tarhiyatını yargıya taşımış. Tarhiyatların üçü de ihtirazi kayıtla beyan üzerine yapılmış. Aşağıda özetleyeceğim karar, stopaj kararı. Konu açısından kurumlar vergisi kararı da çok önemli ancak bu kararı göremediğim için stopaj kararını ele aldım. Ancak aşağıda özetleyeceğim kararın içinde kurumlar vergisi kararının da özeti var, ihtiyacı karşılıyor.

Yargı kararına konu olay özetle şöyle: Davacı Şirket 1974 yılında faaliyete başlamış. Şirketin, 2002 yılı itibarıyla tamamı ödenmiş olan 2.700.000 lira sermayenin 67.877,70 lirası nakden, 2.632.121,50 lirası ise yeniden değerleme değer artış fonundan karşılanmış. Şirket 2006 yılından itibaren esas faaliyetine ara vermiş ve taşınmaz kiralama dışında bir faaliyetinin bulunmaması nedeniyle mevcut sermayenin faaliyetin gerektirdiğinden fazla olduğundan bahisle sermaye azaltımına giderek 2013 yılında yönetim kurulu kararıyla şirket sermayesinin 100.000 liraya indirilmesine karar verilmiş. Yönetim kurulu kararı sonrası düzenlenen yeminli mali müşavir raporuyla 2.700.000 lira olan sermayenin 2.632.121,50 lirasının yıllar itibarıyla ayrılan değerleme karşılığı olduğu belirlemesi yapılmış. Şirket, daha önce sermayeye ilave edilen değer artış fonlarının, sermaye azaltımı suretiyle ortaklara ödenen kısmının kâr payı niteliğinde olmaması sebebiyle stopaj kesintisi yapılmaması gerektiği ihtirazi kaydıyla beyanname vermiş ve konuyu mahkemeye taşımış.

Yargılama sürecinin özeti de şöyle:

Vergi Mahkemesi kararı

Vergi Mahkemesi, yeniden değerleme fonunun sermayeye eklenmiş tutarının ilgili dönemde yürürlükte bulunan, ortaklar tarafından işletmeye ilave edilmiş kıymet olarak kabul edileceği yönündeki düzenlemeden bahsettikten sonra, bu tutardan karşılanan sermaye azaltımı sonucu ortaklara ödenen tutarların kâr dağıtımı olarak nitelenemeyeceği, ortakların kendilerine ait sermayeyi sermaye azaltımı suretiyle geri almış oldukları, bu durumda, ortaklara bu kapsamda yapılan ödemenin vergiye tabi olmadığı gerekçeleriyle davanın kabulüne ve ödenen tutarın davacıya iadesine karar vermiş.

Danıştay kararı

Davalının temyiz istemini inceleyen Danıştay Dördüncü Dairesi; Vergi Usul Kanunu'nun geçici 25. maddesinin (g) işaretli bendi ile mükerrer 298. maddesinin (A) işaretli fıkrasının beşinci bendinde yer alan, pasif kalemlere ait enflasyon fark hesaplarının, herhangi bir suretle başka bir hesaba nakledildiği veya işletmeden çekildiği takdirde, bu işlemlerin yapıldığı dönemlerin kazancı ile ilişkilendirilmeksizin bu dönemde vergiye tabi tutulacağı hükmünden hareketle, davacı şirketin öz sermayesine ait yeniden değerleme neticesi oluşan farkın "sermaye azaltımı" adı altında ortaklarına dağıtımını "kâr dağıtımı" saymış ve gelir (stopaj) vergisine tabi tutulmasında hukuka aykırılık bulunmadığı sonucuna ulaşmış. Daire bu gerekçeyle Vergi Mahkemesi kararını bozmuş (01/11/2018 tarih ve E:2014/1907, K:2018/10326 sayılı karar.)

Vergi Mahkemesinin ısrar kararı

Vergi Mahkemesi ilk kararında ısrar etmiş. Israr kararında önceki karar gerekçesine bir gerekçe daha eklenmiş. O da davacı şirket tarafından, 2013 yılı için ihtirazi kayıtla verilen kurumlar vergisi beyannamesine istinaden tahakkuk eden verginin kaldırılması istemiyle açılan davanın kabulü yolunda verilen Vergi Mahkemesi kararına yöneltilen temyiz isteminin Danıştay Dördüncü Dairesinin 28.11.2018 tarih ve E:2014/9176, K:2018/12148 sayılı kararıyla reddedilmiş ve karar düzeltme aşamasından da geçerek kesinleşmiş olması.

Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu kararı

Davacı tarafından 5024 sayılı Kanun ile yapılan değişiklik öncesi dönemde ayrılan ve sermayeye eklenen yeniden değerleme değer artış fonunun, ortaklar tarafından işletmeye ilave edilmiş kıymet olarak kabul edileceği yönündeki düzenleme uyarınca, 2013 yılında yapılan sermaye azaltımı suretiyle ortaklara dağıtılan tutarın vergilemeye tâbi olacak şekilde tipik bir kâr dağıtımı olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığı,

Değer artış fonunun sermayeye ilave dışında herhangi bir suretle başka bir hesaba nakledildiği veya işletmeden çekildiği takdirde, bu işlemin yapıldığı dönem kazancı ile ilişkilendirilmeksizin bu dönemde vergiye tabi tutulacağı yönündeki düzenlemenin uyuşmazlık konusu olayda uygulanmasının mümkün olmadığı, zira söz konusu düzenlemenin, değer artış fonlarına ilişkin olup, anılan fonların sermayeye ilave edilmesinden sonra, sermayenin azaltılması halinde de uygulanması verginin kanuniliği ilkesine aykırılık teşkil edileceği,

Sermaye azaltımının muvazaalı şekilde vergiden kaçınmak amacıyla yapıldığı kanaatine varılması durumunda sermaye azaltımı sonucunda ortaklara dağıtılan tutarın vergilendirilmesinin gerekeceği,

Olayda, sermaye azaltımının şirketin faaliyet alanının daraltılması neticesinde sermayenin yürütülen faaliyetin gerektirdiğinden fazla olduğu kanaatine varılması nedeniyle, en son sermaye artırımının üzerinden on yıldan fazla bir süre geçtikten sonra yapıldığı ve azaltımın bu amaç dışında muvazaalı olarak yapıldığına yönelik idarece yapılmış bir tespitin de bulunmadığı dikkate alındığında olayda vergilendirmeye gidilemeyeceği, sonucuna ulaşmış ve davanın kabulü yolunda verilen ısrar kararında sonucu itibarıyla hukuka aykırılık bulmamış.

Sonuçta, davayı kabul eden ve ödenen verginin davacıya iadesine karar veren vergi mahkemesi kararına yöneltilen temyiz istemi reddedilmiş.

Sonuç olarak

Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu sonuçta, farklı gerekçeyle de olsa, davayı kabul eden Vergi Mahkemesi kararını onamış. Gerekçesi daha önce çıkan aynı yöndeki yargı kararlarının gerekçesinden de farkı. Bu açıdan karar önemli ve etraflıca incelenmesinde ve değerlendirilmesinde yarar var.

Son bir konuya dikkat çekeyim. Özetlediğim karar, 2004 öncesi dönemlerde ortaya çıkan ve sermayeye eklenen yeniden değerleme fonu kaynaklı sermaye azaltımlarına ilişkin. Ancak bence bu kararı sermayeye eklenen başta enflasyon düzeltmesi olumlu farkları olmak üzere bütün sermaye ve kâr yedeği kaynaklı sermaye azaltımı uygulamalarında da değerlendirmek mümkün. Konunun özünde farklı bir boyutu yok. Recep Bıyık

https://vergialgi.com/sermaye-azaltiminda-vergileme#sermaye

Son yıllarda sık sık gündem olan EYT (Erken Yaşta Tekaüt(1) Olmak İsteyenler) şu sıralar yine gündemde. Ortada hiçbir açıklama, paylaşım hatta doğru düzgün bir çalışma bile yokken sosyal medyada kendine uzman diyen kifayetsiz gelgelciler de bu durumu fırsat biliyor haliyle. Koca koca haber kanallarının bu kişileri konuk edip kendi reklamlarını yapmalarına müsaade etmesi ise apayrı bir konu.

EYT ve terör örgütünden hüküm giymiş kişilerden aldıkları sertifikalarla halkı dolandıran SAHTE UZMANları iki ayrı yazıda ele almak gerekiyor. Şimdilik her kendine sosyal güvenlik uzmanı diyene itibar etmeyin, uzmanlığı hangi hukuki temele dayanıyormuş sorup soruşturun yeterli derim. Bu sayede 40-50 saatlik otel eğitimiyle emeklilik yaş tablosunu ezberleyip sizin için sahte sigorta ayarlama vaadinde ya da kurum içinden adam ayarlayıp işinizi çözeriz telifinde bulunan herkese sosyal güvenlik uzmanı demeyeceğiniz gibi paranızı da çöpe atmamış olursunuz.

Tartışma sürerken emeklilik yaşıyla ilgili düzenleme siyasetin de gündeminde. Ne yapacaklar, nasıl yapacaklar yakın zamanda belli olur. Tabi bunun maliyeti de hesaplanacaktır. Kime ne kadar süre erken aylık bağlanacak, bütçeden toplam ne kadar aktarılacak, sigortalı sayısı ne kadar azalacak sorularının hepsine cevap olacak elbette yapılacak düzenleme.

Önümüzdeki yıl genel seçim de olunca emeklilik yaşı konusu gitgide daha da hararetlenecek. Bununla birlikte seçim dönemlerinde kesenin ağzı da açılır haliyle. Böyle dönemlerde harpte atılan kurşunun hesabı tutulmaz şiarıyla “yok mu artıran” moduna girilir hemen. Tasarruf mu? Zinhar konuşulmaz.

Sosyal güvenlik sistemimizde sigortalılar, hak sahipleri, bakmakla yükümlü olunanlar, emekliler gruplar halindedir. Her grubun kendi içinde de farklı hakları ve yükümlülükleri bulunur. Tabi Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur ayrımı varlığını koruduğu gibi çok uzun bir süre daha uygulanmaya devam edecek.

SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur emeklilerinin hak ve yükümlülüklerindeki farklılık emeklinin kendi çalışmalarından kaynaklanıyor. Bu nedenle bu farklılıklar kişinin çalışma hayatıyla doğrudan ilgili olduğu için çok fazla göze batmıyor.

Emekli veya çalışanın ölümü halinde geride kalan eş ve çocuklara ise hak sahibi adı veriliyor. Hak sahipleri açısından da üç kurum/kanun yönüyle farklılıklar var.

Farklılıkların en çarpıcı olanı ise şüphesiz ölüm halinde geride kalanlara bağlanan aylıklar.

Şöyle ki ölen kişinin hangi statüye tabi olduğu geride kalanların birden çok aylık alıp alamayacağını belirliyor.

Sosyal güvenlik sistemimizde eşler hangi statü olursa olsun ölenden dolayı hak sahibi olabiliyorlar. Dolayısıyla eşler açısından pek bir farklılık bulunmuyor. Asıl farklılık çocuklarda, özellikle kız çocuklarında ortaya çıkıyor.

SSK ve Bağ-Kur statüsüne tabi çalışan veya emekli olan kişilerin ölümleri halinde kız çocuklarına sigortalı olmadıkları sürece aylık bağlanabiliyor. Bir de evli olmama şartı var elbette.

Yani SSK’lı ya da Bağ-Kurlu kişinin ölümü halinde kızı çalışmıyorsa ve evli değilse(2) ömrü boyunca(3) anne/babasından aylık alabiliyor. Sigortalı olma bakımından statünün önemi yok. SSK’lı da olsa Bağ-Kurlu da olsa veya Emekli Sandığına da tabi çalışsa aylıkları kesiliyor.

Emekli Sandığına tabi kişilerin ölümü halinde ise kızları için sosyal güvenlik sistemimiz dünyada eşi benzeri görülmemiş bir bonkörlüğe sahip.

Emekli Sandığına tabi çalışan veya emekli olan kişilerin ölümleri halinde kız çocukları Emekli Sandığına tabi (memur) olarak çalışmıyorsa ve evli değilse ömrü boyunca aylık alabiliyorlar.  Bunun anlamı Emekli Sandığına tabi kişinin kızı SSK’lı veya Bağ-Kurlu olursa aylığının kesilmesini gerektiren bir sebep oluşmuyor. Çünkü Emekli Sandığı Kanunu SSK ve Bağ-Kur’u çalışma saymıyor.

Hal böyle olunca Emekli Sandığına tabi kişinin kızı hem anne/babadan aylık alıyor hem de SSK veya Bağ-Kurlu çalışabiliyor. Hatta SSK veya Bağ-Kur’dan emekli de olabiliyor. Ve hatta bu kız SSK’lı veya Bağ-Kur’lu biriyle evlendikten sonra eşi ölürse bir de ondan aylık alıyor. Üstüne üstlük çalışma hayatına devam edip maaş da alabiliyor.

Örnek verecek olursak büyük bir şirketin sigortası tavandan yatan SSK’lı avukatına(4) kendi çalışmalarından dolayı 16.000 TL dolayında SSK maaşı bağlanabiliyor.  Benzer çalışma şartlarına sahip eşinin ölümü halinde oradan da yarı oranın 8.000 TL dolayında eşten ölüm aylığı bağlanıyor. Bir de bu kızımızın babası yüksek kamu görevlisi ise hele bir de babanın aylığında kimse kalmadıysa 10-15 bin TL de oradan geliyor. Aylıkların hepsini toplayınca 35-40 bin TL’yi buluyor. Ölen eş bir de iş kazası geçirmişse 5-10.000 TL de ayrıca eklemek gerekiyor. Bu şekilde 3-4 aylık alan kız çocuklarının sayısı onbinleri buluyor.

Bu arada bu kadın emeklimiz ister özel sektörde sosyal güvenlik destek primine tabi çalışıp maaş alabileceği gibi isterse kendi hukuk bürosunda 1 TL bile prim ödemeden milyonluk davaları da görmeye devam edebiliyor.

Umut tacirlerinin hesabına göre 2023 yılında 1980 doğumlu 1998 işe girişlileri emekli edersek 43 yaşından itibaren ömrü boyunca 3-4 aylık alıp çalışmaya devam eden veya kendi işini sürdüren yeni onbinler yolda gibi görünüyor. Ne yazık ki böyle şeyleri kimse konuşmuyor.

Özetle Sosyal güvenlik sistemindeki 1940’lardan kalma anlamsız ayrıcalıklar ortadan kaldırılmadan, hesap kitap yapılmadan yapılacak her reformun da bir ayağı boşta duruyor.

Ozan BARDAKÇI

1- Emekli
2- Evli olmamak: evlenmemiş, boşanmış veya eşi vefat etmiş kişileri kapsıyor.
3- Dünyada hiçbir sosyal güvenlik sisteminde kız çocukları için böyle bir düzenleme yoktur. Bu düzenleme 1950 seçimleri öncesi popülist bir yaklaşımın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Teklifi veren hükümet 1950 seçimlerini kaybetmiştir.
4- Mimar, mühendis, hekim, diş hekimi gibi çok sayıda meslek grubuna mensup özel sektör çalışanı/emeklisi Emekli Sandığı emeklisi kız çocuğu bu gruba dahildir.

Hakkımızda

 ö z d o ğ r u l a r, 18.08.1988 tarihinde kurularak, Mali Müşavirlik faaliyetine başlamıştır. 

Sektöründe en iyi olma duygusu ile personeline "Kalite" bilincini yerleştirmeyi, Kalite Yönetim Sistemini sürekli iyileştirmeyi, müşterilerine en iyi hizmeti sunmayı, amaç edinerek, 2003 Yılında, alanında Türkiye' de ilk olarak ISO 9001: 2000 Belgesi almıştır.

 

Mali Takvim

Öne Çıkanlar

  • YURT DIŞINDA ÖDENEN VERGİLERİN HESAPLANAN KURUMLAR VERGİSİNDEN MAHSUBU 1.GİRİŞ 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 1’inci maddesine göre sermaye…
  • Türk Ticaret Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi, TBMM’ne sunuldu Teklifte özellikle ticaret sicil işlemlerini ve corporate süreçleri etkileyen önemli…
  • Mayıs Ayı Yükümlülük Takvimi İlk Tarih Son Tarih VERGİLER/HARÇLAR/BİLDİRİMLER VE DİĞERLERİ 1.04.2024 6.05.2024 Mart…
Top