Mehmet Özdoğru

Mehmet Özdoğru

Email: This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

ÖNEMLİ NOT, Bu Makale 2013 yılında yazıldığı için 4/B kapsamında çalışmaya başlayan emeklilerde, o yıllarda SGDP kesilmekte idi. SGDP kesintisi 6663 sayılı torba yasa ile 29.02.2016 tarihinde kesinti uygulamasına son verilmiştir.

Engelli haklarında Avrupa ülkelerinin maalesef çok gerisindeyiz. Özellikle bu ülkelere giden okurlarımızın konuyu daha net şekilde gözlemlediklerini söyleyebiliriz. Özellikle son yıllarda engellilere ilişkin yapılan düzenlemeler olumlu olmakla birlikte, yine de yetersiz olduğunu söylemeliyiz.

5510 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten önce sigortalı olanlardan yaşlılık sigortasından aylık alanlar herhangi bir işte çalışabilmektedir. Ancak bunların sigortalı çalışmaları sosyal güvenlik destek primi ödeyerek mümkün olabilmektedir. Ancak Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na göre 4/a kapsamındaki sigortalılık sonucu malul sayılan (eski SSK emeklileri) ve malullük sigortasından aylık alanların her ne ad altında olursa olsun çalışmaları mümkün değildir. Çalışabilir durumda olanlar, zaten malul sayılmayacaktır. Kurum tarafından malullük aylığı alırken çalıştığı tespit edilenlerin aylıkları hemen kesilmektedir.

Malullük aylığı almakta iken bu Kanuna göre veya yabancı bir ülke mevzuatı kapsamında çalışmaya başlayanların malullük aylıkları, çalışmaya başladıkları tarihi takip eden ödeme dönemi başında kesilir. Bunlardan işten ayrılarak yeniden malullük aylığı bağlanması için yazılı istekte bulunan ya da emekliye ayrılan veya sevk edilenlere; kontrol muayenesine tabi tutulmak ve ilk aylığına esas malullüğünün devam ettiği anlaşılmak kaydıyla, 4/c bendi kapsamında çalışıyorsa görevinden ayrıldığı tarihi, diğerlerine ise istek tarihlerini takip eden ödeme döneminden itibaren yeniden malûllük aylığı hesaplanarak bağlanır. (5510 sK, m.27/III)

4/a Kapsamında malullük aylığı alan sigortalının 4/a çalışmaya başlamaları halinde aylıkları kesilmektedir. Oysa 4/b ve 4/c şartlarından malullük aylığı alanların çalışmaya başlamaları halinde malullük aylığı alıp alamayacakları sigortalı olduğu ve malullük aylığı bağlandığı tarihe göre farklılık göstermektedir.

5510 sayılı Kanun’un malullük aylığının kesilmesine ilişkin 27. maddesinde, malullük aylığının, sigortalının 5510 sayılı Kanun’a göre veya yabancı bir ülke mevzuatı kapsamında çalışmaya başlamaları veya kontrol muayenesi sonucu malullük durumunun ortadan kalkması, hallerinde kesileceği öngörülmüştür. 5510 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesinde, kanunun yürürlük tarihinden önce 1479 ve 2926 sayılı kanunların mülga hükümlerine göre aylık bağlananlar ile 5510 sayılı Kanun’un yürürlük tarihinden önce sevk talebinde bulunanların aylıklarının kesilmesi ve yeniden bağlanmasında Kanunla yürürlükten kaldırılan ilgili kanun hükümlerinin uygulanacağı belirtilmiştir.

5510 sayılı Kanunun Geçici 14. maddesinde, bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce iştirakçi veya sigortalı olanlar, vazife malûllüğü, malûllük ve yaşlılık veya emekli aylığı bağlananlar ve bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihte sosyal güvenlik destek primi ödeyerek çalışmaya devam edenler hakkında sosyal güvenlik destek primine tabi olma bakımından bu kanunla yürürlükten kaldırılan ilgili kanun hükümlerinin uygulanmasına devam edileceği hüküm altına alınmıştır.

Kanun hükmü doğrultusunda malulen emekli olan sigortalıların SGDP’ye tabi çalışmalarında belirleyici olan üç ana unsur bulunmaktadır. Bunlardan ilki aylığın 5510 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 2008/Ekim ayı başından önce bağlanması ve aylığın bağlandığı sigortalılık niteliğidir. İkincisi aylığın 5510 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 1 Ekim 2008 tarihinden sonra bağlanmış olması, üçüncüsü ise sigortalılığın 5510 sayılı Kanunun yürürlük tarihi olan 2008/Ekim ayı başından sonra başlamasıdır.

5510 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 2008/Ekim ayı başından önce malullük aylığı bağlananların yeniden çalışmaya başlamaları halinde malullük aylığına esas sigortalılık türüne göre ya malullük aylığı kesilmekte ya da haklarında SGDP hükümleri uygulanmaktadır. 21 Ağustos 2013 Çarşamba

https://www.dunya.com/kose-yazisi/malulen-emekliler-calisabilir-mi/17379

Malulen emekli olan sigortalıların SGDP’ye tabi çalışmalarında belirleyici olan 5510 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 2008/Ekim ayı başından önce bağlanması ve aylığın bağlandığı sigortalılık niteliği; aylığın 5510 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 1 Ekim 2008 tarihinden sonra bağlanmış olması, ve sigortalılığın 5510 sayılı Kanunun yürürlük tarihi olan 2008/Ekim ayı başından sonra başlaması  hususları aşağıda etraflıca açıklanmıştır.

1. Malullük Aylığının 2008/Ekim Ayı Başından Önce Bağlanması

5510 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 2008/Ekim ayı başından önce malullük aylığı bağlananların yeniden çalışmaya başlamaları halinde malullük aylığına esas sigortalılık türüne göre ya malullük aylığı kesilmekte yada haklarında SGDP hükümleri uygulanmaktadır.

a. 506 Sayılı Kanun Kapsamında Malullük Aylığı Almakta İken 2008/Ekim Ayı Başından Sonra Çalışmaya Başlayanlar (Eski SSK Emeklileri)

- Malulen emekli aylığı alan kişi 4/a kapsamında sigortalı olursa aylığı kesilecek, prime esas kazançları üzerinden tüm sigorta kollarına tabi prim alınacaktır. Diğer bir ifade ile 4/a sigortalılık türünden malullük aylığı alanların SGDP’ye tabi çalışması mümkün değildir.

- 4/b kapsamında sigortalı olursa malullük aylığı kesilmeyecek, tarımsal faaliyette bulunanlar ve muhtarlar hariç malullük aylığından sosyal güvenlik destek primi kesilecektir. Prim oranı 2008 yılı için % 12, 2009 için % 13, 2010 yılı için % 14 ve 2011 ve sonraki yıllar için % 15 olarak uygulanacaktır.

- 4/c kapsamında sigortalı olursa aylıkları kesilmeyecektir.

b. 1479 Sayılı Kanun Kapsamında Malullük Aylığı Almakta İken 2008/Ekim Ayı Başından Sonra Çalışmaya Başlayanlar (Eski Bağ-Kur Emeklileri)

- Malulen emekli aylığı alan kişi 4/a kapsamında sigortalı olursa, prime esas kazançları üzerinden işverenleri tarafından %7,5 oranında sosyal güvenlik destek primi kesilecektir. Dolayısıyla 4/b sigortalılık türünden 1479 sayılı kanun kapsamında malullük aylığı bağlanan sigortalıların 4/a sigortalısı olarak SGDP’ye tabi çalışmaları mümkündür.

- 4/b kapsamında sigortalı olursa, malullük aylığı kesilmeyecek ve herhangi bir prim alınmayacaktır. Bunlar SGK’ya prim ödemeksizin ticari faaliyette bulunabilecek, şirket ortağı olabilecek ve malullük aylıklarını da kesintisiz alabileceklerdir.

- 4/c kapsamında sigortalı olursa aylıkları kesilmeyecektir.

c. 2926 Sayılı Kanun Kapsamında Malullük Aylığı Almakta İken 2008/Ekim Ayı Başından Sonra Çalışmaya Başlayanlar (Eski Tarım Bağ-Kur Emeklileri)

- 2926 sayılı Kanun kapsamında malullük aylığı bağlanan kişiler 4/a kapsamında sigortalı olursa, prime esas kazançları üzerinden işverenleri tarafından %7,5 oranında sosyal güvenlik destek primi kesilecektir. Malullük aylıklarını kesintisiz alabileceklerdir.

- 4/b kapsamında sigortalı olursa malullük aylığı kesilmeyecek, tarımsal faaliyette bulunanlar ve muhtarlar hariç ticari faaliyette bulunanların malullük aylıklarından sosyal güvenlik destek primi kesilecektir.

- 4/c kapsamında sigortalı olursa aylıkları kesilmeyecektir.

d. 2925 Sayılı Kanun Kapsamında Malullük Aylığı Almakta İken 2008/Ekim Ayı Başından Sonra Çalışmaya Başlayanlar (Eski Tarım SSK Emeklileri)

- 2926 sayılı Kanun kapsamında malullük aylığı bağlanan kişiler 4/a kapsamında sigortalı olursa malullük aylıkları kesilecek, prime esas kazançları üzerinden tüm sigorta kollarına tabi prim alınacaktır.

- 4/b kapsamında sigortalı olursa malullük aylıkları kesilmeyecek ancak tarımsal faaliyette bulunanlar ve muhtarlar hariç ticari faaliyette bulunanların malullük aylıklarından sosyal güvenlik destek primi kesilecektir

- 4/c kapsamında sigortalı olursa aylıkları kesilmeyecektir. 28 Ağustos 2013 Çarşamba

https://www.dunya.com/kose-yazisi/malulluk-ayligi-alirken-calismak-mumkun-mu/17445

 

Malullük Aylığının 2008/Ekim Ayı Başından Sonra Bağlanması

5510 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce sigortalı olup Kanunun 26. maddesi hükmü doğrultusunda malullük aylığı bağlanan sigortalıların SGDP’ye tabi çalışmalarına sınırlama getirilmiştir. Buna göre;

a. 4/a Sigortalık Türünden Malullük Aylığı Alanlar

- 4/a kapsamında sigortalı olursa Kanunun 27. maddesi gereği aylığı kesilecek, prime esas kazançları üzerinden tüm sigorta kollarına tabi prim alınacaktır. Diğer bir ifade ile 4/a sigortalılık türünden malullük aylığı bağlananların SGDP’ye tabi çalışması mümkün değildir.

- 4/b kapsamında sigortalı olursa Kanunun Geçici 14. maddesi gereği aylıklarından sosyal güvenlik destek primi kesilecektir.

- 4/c kapsamında sigortalı olursa Kanunun 27. maddesi gereği aylıkları kesilecektir.

b. 4/b Sigortalık Türünden Malullük Aylığı Alanlar

- 4/a kapsamında sigortalı olursa prime esas kazançlarından Kanunun Geçici 14. maddesi gereği sosyal güvenlik destek primi kesilecektir. Malullük aylıklarından herhangi bir kesinti yapılmayacaktır.

- 4/b kapsamında sigortalı olursa Kanunun 27. maddesi gereği aylıkları kesilecektir.

- 4/c kapsamında sigortalı olursa Kanunun 27. maddesi gereği aylıkları kesilecektir.

***

2008/Ekim Ayı Başından Sonra Sigortalı Olup 5510 Sayılı Kanuna Göre Malullük Aylığı Bağlanması

5510 sayılı Kanun, malullük aylığı bağlananlara sosyal güvenlik destek primi ödeyerek çalışma hakkı konusunda ayrım yapmamış, malullük aylığı bağlanan sigortalıların çalışmaları halinde malullük aylıklarının kesileceğini öngörmüştür.

Bu doğrultuda; 2008/Ekim ayı başından sonra sigortalı olup 5510 sayılı Kanunun 26. maddesi gereği 4/a sigortalılık türünden malullük aylığı bağlananların SGDP’ye tabi çalışabilmeleri mümkün değildir. Bu sigortalılar 4/a, 4/b, 4/c kapsamında çalışmaya başladıkları takdirde malullük aylıkları Kanunun 27. maddesi gereği kesilir.

2008/Ekim ayı başından sonra sigortalı olup 5510 sayılı Kanunun 26. maddesi gereği 4/b sigortalılık türünden malullük aylığı bağlananlar 4/a sigortalılık türünden aylık bağlananlarda olduğu gibi SGDP’ye tabi çalışamazlar. Bu sigortalılar 4/a, 4/b, 4/c kapsamında çalışırlarsa malullük aylıkları Kanunun 27. maddesi gereği çalışmaya başladıkları tarihte kesilmektedir. 04 Eylül 2013 Çarşamba 

ibrahim IŞIKLI

https://www.dunya.com/kose-yazisi/sosyal-guvenlik-reformu-sonrasinda-malulen-emeklilerin-calismasi/17511

 

I.GİRİŞ

5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’na eklenen 32/A maddesi ile kurumların yatırım teşvik belgesine bağlanan yatırımlarından elde edilen kazançlarına indirimli kurumlar vergisi oranın uygulanması sağlanmıştır.

Yatırım teşvik belgesi kapsamındaki yatırımlardan elde edilen kazançlara, ilgili teşvik belgesinde yer alan yatırıma katkı ve vergi indirim oranları dikkate alınarak yatırımın kısmen veya tamamen işletilmesine başlanılan hesap döneminden itibaren, yatırıma katkı tutarına ulaşılıncaya kadar indirimli kurumlar vergisi uygulanabilecektir.

Yatırıma katkı tutarı, indirimli kurumlar vergisi uygulanmak suretiyle tahsilinden vazgeçilen vergi yoluyla yatırımların Devletçe karşılanacak tutarını, bu tutarın yapılan toplam yatırım tutarına bölünmesi suretiyle bulunacak oran ise yatırıma katkı oranını ifade etmektedir.

Yatırım teşvik belgesi kapsamındaki yatırımlardan elde edilen kazançlarla ilgili olarak indirimli kurumlar vergisi uygulamasına, yatırımın kısmen veya tamamen işletilmeye başlandığı geçici vergi döneminden itibaren başlanılır. Yatırımın işletilmeye başlandığı geçici vergi döneminden itibaren yatırımdan elde edilen kazanca, teşvik belgesinde yer alan ve vergi indirimi içeren yatırım tutarını aşmamak üzere, gerçekleştirilen yatırım harcaması dolayısıyla hak kazanılan yatırıma katkı tutarına ulaşılıncaya kadar indirimli oranda kurumlar vergisi uygulanır.

İndirimli kurumlar vergisi ile yatırımlar düşük oranda vergi alınarak veya hiç vergi alınmayarak devletçe desteklenmektedir. İndirimli kurumlar vergisi uygulaması ilk yürürlüğe girdiğinde mükelleflerin sadece ilgili yatırımlarından elde edilen kazançlarına uygulanırken daha sonra ilgili maddede yapılan değişiklikle birlikte yatırım döneminde diğer kazançlara da indirimli kurumlar vergisi oranının uygulanması sağlanmıştır.

İndirimli kurumlar vergisi uygulamasından yatırım teşvik belgesine bağlanan yatırım yapan gelir ve kurumlar vergisi mükellefleri yararlanmaktadır. Yine yatırımın yeni yatırım veya tevsi yatırım olması uygulamadan yararlanılmasına engel teşkil etmemektedir. Ancak tevsi yatırımlarda indirimli kurumlar vergisi matrahının hesaplanmasında özellikli durumlar arz etmekte olup tevsi yatırımlarda indirimli kurumlar vergisinde özellik arz eden durumlar ise bu çalışmamızda açıklanmıştır.

II.TEVSİ YATIRIMLAR

Tevsi yatırım, mevcut bir yatırıma üretim hattı veya makine ve teçhizat ilavesiyle kapasitenin artırılmasına yönelik olan ve mevcut tesis ile alt yapı müşterekliği oluşturarak bir bütün teşkil eden yatırımlardır. Diğer bir ifade ile tevsi yatırım var olan bir yatırımın genişletmesini içeren yatırımdır.

Tevsi yatırımlarda da indirimli kurumlar vergisi uygulamasından yararlanılabilmesi için bu yatırımların teşvik belgesine bağlanması gerekmektedir. Tevsi yatırımlarda uygulamada olan yatırım katkı tutarı, indirimli kurumlar vergisi oranı ve benzeri etkenlerden aynen yararlanmakla birlikte farklılık indirimli kurumlar vergisi oranın uygulanacağı matrahın tespitinde ortaya çıkmaktadır.

Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 32/A maddesine göre indirimli kurumlar vergisi yatırım teşvik belgesine bağlanan yatırımlardan elde edilen kazançlara uygulanmaktadır. Ancak tevsi yatırımlar ilave yatırımlar olduğundan ve genelde de bu ilave yatırımlardan elde edilen kazanç ayrıştırılamadığından indirimli kurumlar vergisi matrahının tespitinde çeşitli sorunlar ortaya çıkabilmektedir.

II.1.Tevsi Yatırımlardan Elde Edilen Kazanca İndirimli Kurumlar Vergisi Uygulanması

Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 32/A maddesinin dördüncü fıkrasında tevsi yatırımlarda, elde edilen kazancın işletme bütünlüğü çerçevesinde ayrı hesaplarda izlenmek suretiyle tespit edilebilmesi halinde, indirimli oranın bu kazanca uygulanacağı hüküm altına alınmıştır. Aynı fıkra hükmü gereğince kazancın ayrı bir şekilde tespit edilememesi halinde ise indirimli oran uygulanacak kazanç, yapılan tevsi yatırım tutarının, dönem sonunda kurumun aktifine kayıtlı bulunan toplam sabit kıymet tutarına (devam eden yatırımlara ait tutarlar da dâhil) oranlanması suretiyle belirlenir. Bu hesaplama sırasında işletme aktifinde yer alan sabit kıymetlerin kayıtlı değeri, yeniden değerlenmiş tutarları ile dikkate alınır.

Söz konusu hükümler gereğince tevsi yatırımlarda indirimli kurumlar vergisi uygulanacak kazancın işletme bütünlüğü içinde ayrı hesaplarda izlenmek suretiyle tespitinin mümkün olduğu hallerde kazanç ayrı hesaplarda takip edilecek, kazancın bu şekilde belirlenmesine imkân bulunmayan hallerde ise kazanç oranlama yapılmak suretiyle tespit edilecektir. Dolayısıyla indirimli kurumlar vergisi oranı uygulanacak kazancın oranlama yapılmak suretiyle belirlenmesi seçimlik bir hak olmayıp kazancın mükelleflerce tespit edilmesi esastır. Kazancın mükelleflerce tespit edilebilmesi halinde ise muhasebe kayıtlarının bu kazancın tespitine imkân verecek şekilde tutulması gerektiği tabiidir. İşlemler, vergilendirme dönemi sonu itibariyle değil, dönem içinde gerçekleştikçe ayrı hesaplara alınmak suretiyle takip edilecektir. Bu itibarla, gerek geçici vergilendirme dönemlerinde gerekse hesap dönemi sonunda mükelleflerin kayıtlarının tevsi yatırımdan elde edilen kazancın tespitine imkân verecek şekilde tutulması gerekmektedir.

Diğer taraftan tevsi yatırımdan elde edilen brüt satış kârının tespit edilebilmesi halinde, müşterek genel giderler ile diğer faaliyetlerden doğan gelir ve giderlerinden tevsi yatırım ile ilgili olanların da bu kazancın tespitinde dikkate alınması gerekmektedir. Müşterek genel giderler ile diğer faaliyet gelir ve giderlerden ne kadarının tevsi yatırım ile ilgili olduğunun bilinmemesi durumunda ise müşterek giderler ile diğer faaliyet gider ve zararlarının eski yatırımların ve yeni tevsi yatırım dolayısıyla oluşan maliyetlerin toplam maliyeti içindeki payı, faaliyet dışındaki gelirlerin de eski ve yeni yatırımlardan elde edilen hasılatların toplam hasılat içindeki payı esas alınarak dağıtılması mümkün bulunmaktadır.

Öte yandan, tevsi yatırımdan elde edilen ve mükelleflerce tespit edilebilen kazanca ilişkin işlemlerin dönem içinde gerçekleştikçe ayrı hesaplara alınmak suretiyle takip edilmesi esas olmakla birlikte, müşterek genel giderler ile diğer faaliyet gelir ve giderlerden ne kadarının tevsi yatırım ile ilgili olduğunun bilinmemesi durumunda, yukarıda belirtildiği şekilde yapılacak hesaplamaların her bir geçici vergilendirme dönemi sonu itibariyle kayıtlarda gösterilmesi mümkündür.[1]

II.2.İndirimli Kurumlar Vergisi Matrahının Tespitinde Oranlama Yöntemi

Tevsi yatırımlardan elde edilen kazancın işletme bütünlüğü çerçevesinde ayrı hesaplarda izlenmek suretiyle tespit edilebilmesi halinde, bu kazanca indirimli vergi oranı uygulanacaktır. Kazancın ayrı bir şekilde tespit edilememesi halinde ise tevsi yatırım dolayısıyla indirimli vergi oranı uygulanacak kazanç, yapılan tevsi yatırım tutarının, dönem sonunda kurumun aktifine kayıtlı bulunan toplam sabit kıymet tutarına (devam eden yatırımlara ait tutarlar da dahil) oranlanması suretiyle belirlenecektir.

Tevsi yatırımlardan elde edilen kazancın bu şekilde oranlama yapılmak suretiyle belirlenmesi seçimlik bir hak olmayıp, indirimli kurumlar vergisi uygulanacak kazancın işletme bütünlüğü çerçevesinde ayrı hesaplarda izlenmek suretiyle mükellefçe tespit edilmesi esastır.

Bu çerçevede Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 32/A maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan “kazanç” ifadesinden, mükelleflerce yapılan tevsi yatırımdan elde edilen ticari bilanço kârının anlaşılması gerekmekte olup, bu kazancın hesaplanmasında Vergi Usul Kanununa uygun olmayan ancak uluslararası muhasebe standartları veya mükelleflerin bağlı bulunduğu grubun iç muhasebe standartlarına göre hesaplanan gelir ve gider karşılıklarının dikkate alınması mümkün bulunmamaktadır.[2]

Diğer bir ifade ile indirimli kurumlar vergisine konu edilecek kazanç yukarıda belirtildiği şekilde tevsi yatırım tutarının toplam sabit kıymet tutarına bölünerek bulunacak oranın vergi öncesi kâr/ticari bilanço kârı ile çarpılması suretiyle hesaplanacaktır. Ancak, indirimli kurumlar vergisi uygulanacak kazancın safi kurum kazancını aşamayacağı tabiidir.[3]

“Dönem sonunda kurumun aktifine kayıtlı bulunan toplam sabit kıymet” ifadesinden Vergi Usul Kanunu’nun 313’üncü maddesi uyarınca amortisman mevzuunu oluşturan iktisadi kıymetlerin anlaşılması, dolayısıyla boş arazi-arsa ve amortismana tabi olmayan diğer kıymetlerle ilgili tutarların bu hesaplamada dikkate alınmaması; sabit kıymet tutarının hesabında ise bu kıymetlerin birikmiş amortismanları düşülmeden önceki brüt tutarlarının dikkate alınması gerekmektedir.

Yatırım teşvik belgesine bağlanan yatırımlardan elde edilen ve indirimli oranda kurumlar vergisine tabi olan kazancın hesaplanmasında dikkate alınan “dönem sonunda kurumun aktifine kayıtlı bulunan toplam sabit kıymet tutarı”nın amortismanlar düşülmeden önceki brüt tutar yerine amortisman düşüldükten sonra kalan net tutar olarak dikkate alınması gerektiği yolundaki ihtirazi kayıtla verilen kurumlar vergisi beyannamesi üzerine tahakkuk eden kurumlar vergisi dava konu edilmiş olup Danıştay aşağıda belirtilen açıklamalara yer vererek söz konusu tutarın brüt tutar olması gerektiği yönünde karar vermiştir.

“…Sabit kıymet ifadesinden Vergi Usul Kanunu’nun 313. maddesi uyarınca amortisman mevzuunu oluşturan iktisadi kıymetlerin anlaşılması gerekir. Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 32/A maddesinde net sabit kıymet ifadesine yer verilmemiştir. Vergi Usul Kanunu’nun değerleme ile ilgili hükümleri dikkate alındığında da değerleme ölçüsü, mukayyet değer (kayıtlı değer) olup sabit kıymetin kayıtlı değer ile dikkate alınması gerektiği açıktır. Aksi halin mükerrer vergi avantajı sağlayacağı da görülmektedir. Zira ayrılan amortismanlar hem kurumlar vergisi matrahından düşülecek hem de indirimli orana tabi kazancın ayrı bir şekilde tespit edilememesi nedeniyle bu kazancın belirlenmesi sırasında paydayı teşkil edecek sabit kıymet tutarından düşülmek suretiyle indirimli oran uygulanacak kazanç büyütülecektir. Ayrıca, zamanla yıpranma nedeniyle rayiç değeri artmak yerine azalan sabit kıymetlerden yıllara sari olarak amortismanlar düşüldüğü takdirde, söz konusu şirketin kayıtlarında aktifine kayıtlı sabit kıymet tutarı daha yüksek gösterilmesine rağmen, tevsi yatırımlar nedeniyle indirimli orana tabi kazancın tespiti sırasında hesaplama yaparken şirketin aktifine kayıtlı sabit kıymeti bazı durumlarda ”0” hatta (-) olarak bile yer alabilecektir.

Dolayısıyla, tahakkuk eden kurumlar vergisinin 9.741.732,21 TL tutarındaki kısmında hukuka aykırılık bulunmamaktadır.”[4]

Yapılan yatırımlar dolayısıyla hak kazanılan yatırıma katkı tutarından birden fazla yılda yararlanılması halinde, indirimli oran uygulanacak kazanç, gerçekleştirilen tevsi yatırım tutarının her bir dönem sonu itibarıyla mükelleflerin aktifine kayıtlı bulunan toplam sabit kıymet tutarına (devam eden yatırımlara ait tutarlar da dahil) oranlanması suretiyle belirlenecektir. Yine hak kazanılan yatırıma katkı tutarının izleyen yıllara değerleme yapılarak devri hususunda mevzuatımızda herhangi bir hüküm bulunmadığından, yatırım teşvik belgesi kapsamında gerçekleştirilen yatırımlar dolayısıyla hak kazanılan ancak kazanç yetersizliği nedeniyle ilgili yılda kullanılamayan yatırıma katkı tutarının herhangi bir değerlemeye tabi tutulmaksızın takip eden yıllara aktarılacağı tabiidir.[5]

II.3.İktisadi Kıymetlerin Yeniden Değerlenmesi Halinde Tevsi Yatırımlarda İndirimli Kurumlar Vergisi Matrahının Tespit Edilmesi

Tevsi yatırımlardan elde edilen kazancın işletme bütünlüğü çerçevesinde ayrı hesaplarda izlenmek suretiyle tespit edilebilmesi halinde, bu kazanca indirimli vergi oranı uygulanacaktır. Kazancın ayrı bir şekilde tespit edilememesi halinde ise tevsi yatırım dolayısıyla indirimli vergi oranı uygulanacak kazanç, yapılan tevsi yatırım tutarının, dönem sonunda kurumun aktifine kayıtlı bulunan toplam sabit kıymet tutarına (devam eden yatırımlara ait tutarlar da dahil) oranlanması suretiyle belirlenecektir.

Bu hesaplama sırasında işletme aktifinde yer alan sabit kıymetlerin kayıtlı değeri olarak, gerekli şartların oluşması halinde yapılan enflasyon düzeltmesi sonucu oluşan değerleri dikkate alınacaktır.

Öte yandan Vergi Usul Kanunu’nun mükerrer 298/Ç maddesinde tam mükellefiyete tabi ve bilanço esasına göre defter tutan gelir veya kurumlar vergisi mükelleflerinin, enflasyon düzeltmesi yapma şartlarının gerçekleşmediği hesap dönemlerinin sonu itibarıyla, bilançolarına dâhil bulunan amortismana tabi iktisadi kıymetlerini ve bunlar üzerinden ayrılmış olup bilançolarının pasifinde gösterilen amortismanları ilgili maddede belirtilen şartlar doğrultusunda yeniden değerleyebilmelerine imkân getirilmiştir.

Yine Vergi Usul Kanunu’nun Geçici 31’inci maddesinde de gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerine belli şartlar dâhilinde iktisadi kıymetlerin yeniden değerlenmesine imkân getirilmiştir.

Bu kapsamda tevsi yatırımlardan elde edilen kazancın oranlama yapılmak suretiyle hesaplanmasında sabit kıymetlerin, birikmiş amortismanları düşülmeden önceki Vergi Usul Kanunu’nun mükerrer 298 ve Geçici 31’inci maddeleri kapsamında yeniden değerlenen brüt tutarlarıyla dikkate alınması gerekmektedir.[6]

II.4.İlk Yıl Aktifleştirilmesi Zorunlu Ve Diğer Yıllar İhtiyari Olan Finansman Giderleri İle Kur Farklarının Hesaplamada Dikkate Alınması

Tevsi yatırımlarda indirimli kurumlar vergisi matrahının hesaplanmasında yapılan tevsi yatırım tutarının, dönem sonunda kurumun aktifine kayıtlı bulunan toplam sabit kıymet tutarına oranlanması suretiyle belirlenmektedir.

213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 262’nci maddesi gereğince iktisadi kıymetin finansmanında kullanılan kredilere ait faiz giderleri ve bunlara ilişkin kur farklarının, iktisadi kıymetin envantere alındığı hesap döneminin sonuna kadar olan kısmının maliyete intikal ettirilmesi zorunlu olup aktifleştirildikten sonraki döneme ilişkin olanların ise seçimlik hak olarak doğrudan gider yazılması veya maliyete intikal ettirilmek suretiyle amortismana tabi tutulması mükelleflerin ihtiyarına bırakılmıştır.

Bu kapsamda yatırımların finansmanında kullanılan kredilere ilişkin faiz giderleri ile yurt dışından döviz kredisi ile sabit kıymet ithal edilmesi nedeniyle ortaya çıkan kur farklarının, aktifleştirme tarihine kadar olan kısmının maliyete intikal ettirilmesi; aktifleştirildikten sonraki döneme ilişkin olanların ise seçimlik hak olarak doğrudan gider yazılması veya maliyete intikal ettirilmek suretiyle amortismana tabi tutulması mümkün bulunmakta olup indirimli kurumlar vergisi matrahının hesaplanmasında bu hususun da ayrıca dikkate alınması gerekmektedir.

Öte yandan faiz giderleri ve kur farkları, indirimli kurumlar vergisine esas olan yatırıma katkı tutarını değiştirmeyecek, ilgili Bakanlığın teşvik belgesine göre belirlenen indirimli kurumlar vergisine esas yatırıma katkı tutarı finansman giderleri dolayısıyla artmayacak veya azalmayacaktır.[7]

II.5.Tevsi Yatırımlarda Yatırım Döneminde Diğer Faaliyetlerden Elde Edilen Kazançlarda İndirimli Kurumlar Vergisi Uygulaması

Yatırım teşvik belgesinde yer alan yatırıma katkı ve vergi indirim oranları dikkate alınarak ilgili teşvik belgesi kapsamındaki yatırımlardan elde edilen kazançlara indirimli kurumlar vergisi uygulanması esastır.

Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 32/A maddesinin ikinci fıkrasına 6322 sayılı Kanunla eklenen (c) bendi hükmüyle, mükelleflerin yatırım teşvik belgesi kapsamındaki yatırımlarının yatırım döneminde diğer faaliyetlerinden 1/1/2013 tarihinden itibaren elde ettikleri kazançlarına, indirimli kurumlar vergisi uygulanması suretiyle yatırıma katkı tutarının kısmen kullandırılması mümkün hale gelmiştir.

Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 32/A maddesinin ikinci fıkrasının (c) alt bendine yatırım döneminde diğer faaliyetlerden elde edilen kazançlara indirimli kurumlar vergisi uygulamasında yatırımın yeni yatırım veya tevsi yatırım olması şeklinde herhangi bir ayrıma gidilmemiştir. Bu çerçevede tevsi yatırımlarda da mükellefler yatırım döneminde diğer faaliyetlerden elde edilen kazançlara indirimli kurumlar vergisi uygulayabileceklerdir. Nitekim Vergi idaresi tarafından verilen 04.01.2018 tarihli özelgede de bu yönde açıklama yapılmıştır.[8]

II.6.Yatırım Döneminde Sehven Yararlanılmayan İndirimli Kurumlar Vergisinden Düzeltme Beyannamesi Verilerek Yararlanılması

İndirimli kurumlar vergisi uygulamasında yatırım dönemi, yatırıma fiilen başlanıldığı tarihi içeren geçici vergilendirme döneminin başından tamamlama vizesi yapılması amacıyla Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına müracaat tarihini içeren geçici vergilendirme döneminin son gününe kadar olan sürenin anlaşılması; yatırımın fiilen tamamlandığı tarihin, tamamlama vizesinin yapılmasına ilişkin olarak Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına müracaat tarihinden önceki bir geçici vergilendirme dönemine isabet etmesi halinde ise yatırımın fiilen tamamlandığı tarihi içeren geçici vergilendirme döneminin son gününün dikkate alınması gerekmektedir.

01.01.2013 tarihinden itibaren yatırım teşvik belgesine bağlanan gerek komple yeni yatırım gerekse de tevsi yatırımlarda yatırım döneminde diğer faaliyetlerden elde edilen kazançlara indirimli kurumlar vergisi uygulanabilmektedir. Diğer faaliyetlerden elde edilen kazançlarla ilgili olarak indirimli kurumlar vergisinden yararlanılmayan ilgili hesap dönemlerine ilişkin olarak düzeltme beyannamesi verilmek suretiyle teşvik belgesi kapsamında yatırım döneminde indirimli kurumlar vergisinden yararlanılması mümkündür.[9]

II.7.Tamamlanan Tevsi Yatırımdan Kazanç Elde Edilmemesi Halinde Diğer Faaliyetlerden Elde Edilen Kazançlarda İndirimli Kurumlar Vergisi Uygulaması

Mükellefler yatırım döneminde diğer faaliyetlerinden elde ettikleri kazançlarına indirimli kurumlar vergisi uygulayabileceklerdir. Ancak yatırım dönemi tamamlama vizesi yapılması amacıyla Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına müracaat tarihini içeren geçici vergilendirme döneminin son günü itibariyle sona ereceğinden artık bu süreden sonra diğer faaliyetlerden elde edilen kazançlara indirimli kurumlar vergisi uygulanamayacaktır. Ayrıca, indirimli kurumlar vergisi tevsi yatırımdan elde edilen kazanca uygulanacağından, tevsi yatırıma ilişkin kazancın oluşmadığı durumlarda diğer faaliyetlerden elde edilen kazançlara indirimli oran uygulanması söz konusu değildir.[10]

III.SONUÇ

Mevcut bir yatırıma üretim hattı veya makine ve teçhizat ilavesiyle kapasitenin artırılmasına yönelik olan ve mevcut tesis ile alt yapı müşterekliği oluşturarak bir bütün teşkil eden yatırımlar olarak tanımlanan tevsi yatırımlarda uygulamada yer alan katkı tutarı, katkı oranı, vergi indirimi ve diğer teşviklerden aynen yararlanmakta ancak tevsi yatırımlar ilave yatırımlar olduğundan indirimli kurumlar vergisi matrahının tespitinde özellikli durumlar bulunmaktadır.

Tevsi yatırımlarda indirimli kurumlar vergisi uygulanacak kazancın işletme bütünlüğü içinde ayrı hesaplarda izlenmek suretiyle tespitinin mümkün olduğu hallerde kazanç ayrı hesaplarda takip edilecek, kazancın bu şekilde belirlenmesine imkân bulunmayan hallerde ise kazanç oranlama yapılmak suretiyle tespit edilecektir. Dolayısıyla indirimli kurumlar vergisi oranı uygulanacak kazancın oranlama yapılmak suretiyle belirlenmesi seçimlik bir hak olmayıp kazancın mükelleflerce tespit edilmesi esastır. Kazancın ayrı bir şekilde tespit edilememesi halinde ise tevsi yatırım dolayısıyla indirimli vergi oranı uygulanacak kazanç, yapılan tevsi yatırım tutarının, dönem sonunda kurumun aktifine kayıtlı bulunan toplam sabit kıymet tutarına oranlanması suretiyle belirlenecektir.

Hakan DEĞİRMENCİ

Vergi Müfettişi
 

KAYNAKÇA

  • 5520 Sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu,
  • 1 Seri No’lu Kurumlar Vergisi Genel Tebliği,
  • Bursa Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 28.11.2012 tarih ve B.07.1.GİB.4.16.16.01-125[ÖZG-12/26]-419 sayılı özelgesi,
  • Bursa Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 19.06.2012 tarih ve B.07.1.GİB.4.16.16.01-KV-11-62-259 sayılı özelgesi,
  • Sivas Valiliği Defterdarlık Gelir Müdürlüğü’nün 09.04.2014 tarih ve 67630374-125[2013-7]-5 sayılı özelgesi,
  • Kırşehir Valiliği Defterdarlık Gelir Müdürlüğü’nün 22.02.2022 tarih ve E-66491453-125-2995 sayılı özelgesi,
  • İzmir Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 17.07.2014 tarih ve 84098128-125[32A-201322]-436 sayılı özelgesi,
  • Kayseri Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 04.01.2018 tarih ve 50426076-125[32/A-2017/20-314]-782 sayılı özelgesi,
  • Bursa Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 18.12.2015 tarih ve 17192610-125[ÖZG-15/60]-275 sayılı özelgesi,
  • Ankara Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 20.02.2012 tarih ve B.07.1.GİB.4.06.16.01-125-[32/A-11/2]-240 sayılı özelgesi
  • Danıştay Dördüncü Dairesi’nin 11/09/2019 tarih ve E:2015/4729, K:2019/5217 Sayılı Kararı

[1] Bursa Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 28.11.2012 tarih ve B.07.1.GİB.4.16.16.01-125[ÖZG-12/26]-419 sayılı özelgesi

[2] Bursa Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 28.11.2012 tarih ve B.07.1.GİB.4.16.16.01-125[ÖZG-12/26]-419 sayılı özelgesi

[3] Bursa Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 19.06.2012 tarih ve B.07.1.GİB.4.16.16.01-KV-11-62-259 sayılı özelgesi

[4] Danıştay Dördüncü Dairesi’nin 11/09/2019 tarih ve E:2015/4729, K:2019/5217 Sayılı Kararı

[5] Sivas Valiliği Defterdarlık Gelir Müdürlüğü’nün 09.04.2014 tarih ve 67630374-125[2013-7]-5 sayılı özelgesi

[6] Kırşehir Valiliği Defterdarlık Gelir Müdürlüğü’nün 22.02.2022 tarih ve E-66491453-125-2995 sayılı özelgesi

[7] İzmir Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 17.07.2014 tarih ve 84098128-125[32A-201322]-436 sayılı özelgesi

[8] Kayseri Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 04.01.2018 tarih ve 50426076-125[32/A-2017/20-314]-782 sayılı özelgesi

[9] Bursa Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 18.12.2015 tarih ve 17192610-125[ÖZG-15/60]-275 sayılı özelgesi

[10] Ankara Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 20.02.2012 tarih ve B.07.1.GİB.4.06.16.01-125-[32/A-11/2]-240 sayılı özelgesi

7440 sayılı Kanunla, kurumlar vergisi mükelleflerine 2022 yılı kurumlar vergisi beyannamelerinde faydalandıkları bazı indirim ve istisnalar ile Kurumlar Vergisi Kanununun 32/A maddesi kapsamında indirimli kurumlar vergisine tabi matrahları üzerinden ek vergi ödeme yükümlülüğü getirildi.

2022 yılı kurumlar vergisi beyan döneminin sonuna yaklaşıldıkça, ek vergiye ilişkin tartışmalar da yoğunlaşmaya başladı. Pek çok mükellef önemli tutarlara varan ek vergi yükümlülükleri konusunda dava açıp açmama konusunu değerlendiriyor.

Bu yazımda, bu değerlendirmeler sırasında yol göstermesi adına ek vergideki muhtemel Anayasa’ya aykırılık gerekçelerini özetlemeye çalışacağım. Bunun için tek bir yazı düşünmüştüm ama biraz uzun olması nedeniyle ikiye bölmeye karar verdim. Bugünkü yazımda genel itiraz gerekçelerinden ve takip eden yazımda ise ek vergiye tabi bazı unsurlardaki özellikli itiraz gerekçelerinden bahsedeceğim.

Mali güce göre vergileme ilkesi yönünden

Malî güce göre vergilendirme, verginin, yükümlülerin ekonomik ve kişisel durumlarına göre alınması olarak tanımlanır. Bu ilke, malî gücü fazla olanın, az olana oranla daha fazla vergi ödemesi gereğini ifade eder. "Malî güç", Anayasa'da tanımlanmamakla birlikte, genellikle ödeme gücü anlamında kullanılır [1].

7440 sayılı Kanunun 10/27 maddesi, kurumlar vergisi mükellefleri tarafından 2022 yılına ilişkin kurumlar vergisi beyannamesinde kurum kazancından indirim konusu yapılan istisna ve indirim tutarları üzerinden, dönem kazancı ile ilişkilendirilmeksizin ilgisine göre %5 veya %10 oranında ek vergi ödenmesini öngörüyor. Dolayısıyla, ek vergi yükümlülüğü için kurumların 2022 yılı kurumlar vergisi beyannamesinde gelir (kazanç) beyan edip etmediklerinin herhangi bir önemi bulunmuyor.

Buna göre, 2022 yılı kurumlar vergisi beyannamesinde örneğin 300 milyon TL ticari zarar ve 100 milyon TL iştirak kazancı istisnası beyan eden bir kurumlar vergisi mükellefi, bu dönemde kurum kazancı bulunmamasına ve 400 milyon TL mali zarar sonucuna rağmen 5 milyon TL ek vergi ödemek zorunda kalacak. İlgili istisna tutarı mükellefin mali zararını artırıcı bir etki yaratmasına rağmen, bu ilave mali zararın mahsup süresi içerisinde kullanılıp kullanılmayacağı belli olmadığına göre, bu şekilde ortaya çıkan sonuç ödeme gücü ilkesine uygun mu?

Anayasa Mahkemesi, ilgili kararlarında gelir, servet ve harcamaları malî gücün göstergesi olarak kabul ediyor[1]. Önüne gelen yasal düzenlemeleri mali güce göre vergileme ilkesi açısından değerlendirirken, bu göstergeler açısından inceleme yapıyor.

Bu şekilde bir defalık ek vergi düzenlemeleri, çeşitli nedenlerle önceki yıllarda da yapılmış ve açılan davalar sonucunda Anayasa Mahkemesi’nin önüne gelmişti.

Bunlardan biri de 3986 sayılı Kanunla getirilen net aktif vergisidir. Yasal düzenleme, bilanço esasına tabi olan mükelleflerin 1993 yılı hesap dönemi sonu itibariyle düzenledikleri bilançolarının aktifinde, işletme hesabına tabi olan mükellefler ile serbest meslek erbabının ise 1993 yılı hesap dönemi sonu itibariyle çıkardıkları envanter kayıtlarında yer alan varlıklarının net değeri veya bunların dönem içindeki gayrisafi hasılatlarına belirtilen oranların uygulanması suretiyle bulunan tutardan yüksek olanı üzerinden net aktif vergisi hesaplanmasını öngörmekteydi.

“Gayrisafi hasılat” üzerinden ek vergi hesaplanmasının Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülerek yapılan bir başvuruda Yüksek Mahkeme, “gayrisafî hâsılatın” yükümlülerin malî gücünü tam olarak yansıtmadığı, ekonominin değişik ya da benzer kesimlerinde faaliyet gösterip de aynı gayrisafî hâsılata sahip olan yükümlülerin malî güçlerinin aynı olmayabileceği gerekçesiyle “gayrisafî hâsılatın” net aktif vergisi matrahı olarak alınmasını malî güce göre vergileme ilkesine aykırı buldu ve iptal etti [1].

Bununla birlikte, Yüksek Mahkeme malî gücün saptanmasında “net aktif değerinin” esas alınmasını Anayasa’ya aykırı bulmadı [2].

Bu konuya örnek olabilecek diğer bir yasal düzenleme yine aynı Kanunla getirilen ekonomik denge vergisidir. 3986 sayılı Kanunda, Kanunun yayımlandığı tarihte ücret geliri elde eden ve 1993 yılında elde ettikleri ücretlerinin vergi matrahı toplamı 600 milyon lirayı aşan ücretlilerin 1993 takvim yılında elde ettikleri ücretlerinin gelir vergisi matrahı toplamı üzerinden % 10 oranında ekonomik dengi vergisi ödemeleri öngörülmüştü.

Ancak, vergi matrahı toplamı 600 milyon lirayı aşan ücretlilerin ekonomik denge vergisi yükümlüsü olmalarına karşın, 600 milyon lira ücret geliri elde edenlerin bu verginin yükümlüsü olmadığı; böylece 601 milyon lira ücret geliri olan yükümlünün % 10 üzerinden 60,1 milyon lira ekonomik denge vergisi ödeyeceği, 600 milyon lira ya da daha eksik ücret alana göre elinde daha az net ücret kalacağı, bu durumun Anayasa'nın 73 üncü maddesinin birinci fıkrasına aykırılık oluşturacağı ileri sürülerek düzenlemenin iptali istendi. Yüksek Mahkeme, söz konusu düzenlemeyi 1993 yılında elde edilen 600 milyon lirayı aşan ücret gelirinin, 600 milyon liralık bölüm düşülmeden tümüyle vergi matrahı kabûl edilmesinin, vergide adalet ve eşitlik ilkelerine aykırılık oluşturduğu gerekçesiyle iptal etti[3].

Bu kararlar ışığında bir değerlendirme yapıldığında, 7440 sayılı Kanunla getirilen ek verginin, Anayasa Mahkemesi’nin ödeme gücünün göstergesi olarak kabul ettiği gelir, servet veya harcamalar üzerinden alındığı söylenemez. Çünkü ek verginin 2022 yılı kurumlar vergisi beyannamesinde yararlanılan indirim ve istisnalar üzerinden dönem kazancı ile ilişkilendirilmeksizin alınması öngörülüyor. Kurum ilgili dönemde önemli tutarda ticari ve/veya mali zarar elde etmiş bile olsa, eğer kurumlar vergisi beyannamesinin “zarar olsa dahi indirilecek istisna ve indirimler” bölümünde indirim ve istisna beyan etmişse, bu tutar üzerinden ek vergi ödemesi gerekiyor.

İndirim veya istisnalar, dönem sonunda elde edilen bir geliri veya kazancı göstermediği gibi sahip olunan bir serveti de yansıtmaz. Dönem içerisindeki sadece bir işlem veya faaliyetten elde edilen bir kazanç unsuru veya vergi teşviği amacıyla hak kazanılan tutarlardır. Bu nedenle, vergi ödeme gücünün bir göstergesi olarak kabul edilemez. İndirim ve istisnalar üzerinden ek vergi alınması bu yönüyle, 3986 sayılı Kanunla getirilen ve Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen “gayrisafi hasılat” üzerinden vergileme yapılmasıyla aynı sonucu doğurur.

Bu nedenlerle, ek verginin Anayasa’da öngörülen ödeme gücü ilkesine aykırı olduğunu ve bu kapsamda özellikle beyannamelerinde kurum kazancı oluşmayan mükelleflerce açılacak davalarda bu hususun vurgulanabileceğini düşünüyorum.

Genellik ilkesi yönünden

Vergide genellik ilkesi, herhangi bir ayırım yapılmaksızın malî gücü olan herkesin vergi yüküne katılmasını ve vergi ödemesini ifade eder [1].

Yasa koyucunun, gelir, servet ya da harcamanın vergilendirilmesinde, konulara, nitelik veya miktarlara göre değişik ölçütler getirebilmesi, gelirin unsurlarına ve miktarına göre ayrı yükümlülükler ve oranlar belirleyebilmesi mümkündür [3]. Ancak yapılan tercihlerin ve getirilen düzenlemelerin anayasal ilkelere uygun olması gerekir.

Bu şekilde bir defalık ek vergi düzenlemelerinin çeşitli nedenlerle önceki yıllarda da yapılmış olduğundan yukarıda bahsetmiştim. Bunların mükellefiyet ve diğer detaylarını aşağıdaki tabloda özetlemeye çalıştım. 

Bu resim için metin sağlanmadı

Tablodan görüleceği gibi, 3986 ve 4481 sayılı Kanunlarla yapılan düzenlemeler yıllık beyanname veren gelir veya kurumlar vergisi mükelleflerinin tamamını kapsamaktaydı. Hatta belli tutarı aşan ücret geliri elde eden ücretliler de ekonomik denge vergisi ile ek gelir ve kurumlar vergisi ödemekle yükümlü tutulmuştu.

Ancak 7440 sayılı Kanunla getirilen düzenleme, 6 Şubat’ta yaşanan felaketin büyüklüğü ve ortaya çıkan maliyetin yüksekliğine rağmen, kurumlar vergisi mükelleflerinden sadece belirli indirim ve istisnalardan faydalananlar ile indirimli kurumlar vergisi matrahı bulunanları ek vergiyi ödemekle yükümlü tutuyor. 2022 yılı sonu itibariyle mevcut bulunan 12 milyonu aşkın faal vergi mükellefinden [4] sadece 17 bin kurumlar vergisi mükellefinin bu vergiyi ödemesi öngörülüyor.

3986 ve 4481 sayılı Kanunların aksine, ticari, zirai veya serbest meslek kazancı elde eden 2,3 milyon gelir vergisi mükellefi [4] ek vergi yükümlülüğü kapsamına girmiyor. Yine belirli tutarı aşan ücret geliri elde edenler de bu kapsamda yer almıyor.

Diğer taraftan, ortaya çıkan olağanüstü gelir ihtiyacının karşılanmasına yönelik olarak 3986 ve 4481 sayılı Kanunlarla getirilen ek vergiler, geniş bir mükellef kitlesini kapsaması yanında, net aktif vergisi, ek emlak vergisi, ek motorlu taşıtlar vergisi ve özel iletişim vergisi gibi farklı vergi türlerini de kapsamına almıştı. Bu şekilde de vergi maliyetinin daha geniş bir tabana yayılması sağlanmıştı.

Hal böyle iken, 7440 sayılı Kanunla getirilen ek verginin vergilemede eşitlik ve genellik ilkesine uygun olduğunu söylemek zor görünüyor. Nitekim sayın Bumin Doğrusöz de 16 Mart tarihli Ekonomi Gazetesindeki yazısında bu görüşü dile getiriyor:

“Aynı vergiye tabi mükellefler arasında, afetin getirdiği ilave kamu giderleri yükünün, sadece vergi istisnasından yararlanan ve bazı bağışları yapanlar üzerinden karşılanmaya çalışılması eşitlik ve genellik ilkesine aykırıdır. Vergi yükü yüklenen istisnadan yararlananların veya bağışçıların seçiminin her hangi bir ölçüte göre belirlenmemiş olması, bence bu aykırılığı katmerleştirmektedir. Devletin istisnalar yolu ile teşvik ettiği veya koruyup kolladığı alan veya faaliyetlerin adeta cezalandırır gibi vergi kapsamına alınmasına karşılık, devletin teşvik/istisna tanımadığı alanlardaki kurumların ek verginin dışında bırakılması eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmakta, herkese eşitlik ilkesi içerisinde dağıtılması gereken kamu giderlerinin belli bir kesimin üzerine yıkılmasına yol açmıştır. Eşitliğin yanı sıra genellik ilkesi de bu ek vergi ile ihlal edilmiştir.”

Öte yandan, 4837 sayılı Kanunla getirilen ek emlak vergisi ve ek motorlu taşıtlar vergisi için de benzer gerekçeler ileri sürülmüş ve ek vergi ihdas eden yasal düzenlemenin yalnız iki vergi türüyle sınırlı tutulmasının vergi yükünün dağılımında eşitliğin bozulmasına neden olacağı iddia edilmişti. Anayasa Mahkemesi aynı yıl içinde aynı miktarda ek vergi adı altında ikinci kez motorlu taşıtlar vergisi alınmasına neden olacağı gerekçesiyle düzenlemeyi motorlu taşıtlar vergisi yönünden iptal etti ancak ek emlak vergisi açısından bir aykırılık görmedi. Bununla birlikte, vergi yükünün dengeli, adil, ölçülü ve eşit dağılımını engelleyeceği gerekçesiyle düzenlemenin ek emlak vergisi yönünden de iptal edilmesi gerektiğine yönelik karara önemli sayıda muhalefet şerhi düşüldüğünü belirtmek isterim [5].

Sonuç olarak, 7440 sayılı Kanunla getirilen ek vergi için açılması düşünülen davaların Anayasa’nın genellik ve eşitlik ilkelerine aykırılığının da ileri sürülebileceğini düşünüyorum.

Hukuk güvenliği ilkesi yönünden

Anayasa’nın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin ön koşullarından biri de kişilere hukuk güvenliğinin sağlanmasıdır.

Hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını ifade eder [6].

Bu ilke Anayasa Mahkemesi tarafından genellikle “belirlilik” ve “geriye yürümezlik” olarak iki alt ilke çerçevesinde ele alınıyor.

Anayasa Mahkemesi, geriye yürümeyi gerçek geriye yürüme ve gerçek olmayan geriye yürüme olarak iki ayrı şekilde sınıflandırıyor. Buna göre, basitçe ifade etmek gerekirse, vergiyi doğuran olay meydana gelmeden önce vergi yükünün artırılmasına yönelik yapılan değişiklikler gerçek olmayan geriye yürüme olarak adlandırılıyor ve bunların hukuka uygun olduğu kabul ediliyor. Ancak vergiyi doğuran olay tamamlandıktan sonra, bu olaya ilişkin vergi yükünün arttırılması gerçek geriye yürüme olarak nitelendiriliyor. Hukuki güvenlik ilkesine aykırı bulunan da bu gerçek geriye yürüme oluyor.

7440 sayılı Kanunla getirilen ek verginin, 2022 yılı kurumlar vergisi beyannamesi verilmeden yürürlüğe konulmuş olması, bu beyannamede yararlanılan indirim ve istisnalar üzerinden alınması ve yine bu beyannameler üzerinde hesaplanarak gösterilmesi, bu verginin kurumlar vergisine ek bir vergi olup olmadığı tartışmasını gündeme getiriyor.

Anayasa Mahkemesi’nin kurum kazancında vergiyi doğuran olayın hesap dönemi sonunda meydana geldiğini kabul ettiği ve bu çerçevede, hesap dönemi takvim yılı olanlar açısından 31/12/2022 tarihi itibariyle kurumlar vergisi açısından vergiyi doğuran olayın gerçekleştiği dikkate alındığında, bu ayrım oldukça önemli hale geliyor. Çünkü eğer bu verginin 2022 yılına ilişkin kurumlar vergisinden ayrı bir vergi olduğu kabul edilirse gerçek bir geriye yürümeden söz edilemeyecek; ancak 2022 yılı kurumlar vergisinin bir unsuru olduğu varsayılırsa, gerçek bir geriye yürüme söz konusu olacak.

Nitekim Sayın Numan Emre Ergin Vergi Dünyası Dergisi’nin Nisan 2023 sayısında yayımlanan makalesinde, ek vergiyi kurumlar vergisine bağlı bir vergi olarak kabul ediyor ve ek verginin geriye yürümezlik ilkesini ihlal ettiğini düşünüyor:

“Getirilen ek vergiyi incelediğimizde, kanun koyucunun kurumlar vergisi beyannamesinde kanunlar gereği matrahtan indirim konusu yapılan bazı indirim ve istisna kalemleri üzerinden vergileme yapmak istediği görülmektedir. Diğer bir ifadeyle, normalde kurumlar vergisi matrahı dışında tutulan bazı indirim ve istisna kalemleri üzerinden kanun koyucu normal kurumlar vergisi oranından daha düşük oranda bir telafi edici vergi koymaktadır. Söz konusu vergileme de 2022 yılına ilişkin kurumlar vergisi beyannamesi ile yapılmaktadır. Bütün bu özellikler, getirilen ek verginin 2022 yılına ilişkin kurumlar vergisinden bağımsız, münferit bir vergi olmaktan ziyade bu verginin mütemmüm cüzü, tamamlayıcısı olan bir vergi olduğunu göstermektedir. Ek vergi ödemesinin iki taksitte yapılacak olması bu durumu değiştirmemektedir. Ek vergiyi ödeyecek mükellefler için 2022 yılı efektif kurumlar vergisi oranı fiilen artırılmış olmaktadır. Bu durumda, getirilen ek verginin 2022 hesap dönemi kapanan mükellefler açısından gerçek anlamda bir geriye yürümeye yol açtığını ve Anayasa’ya aykırılık taşıdığını değerlendiriyoruz. Bu verginin mülkiyet hakkını ihlal edeceği de şüphesizdir.”

Anayasa Mahkemesi benzer düzenlemelerle gelir ve kurumlar vergisi matrahları üzerinden ek vergi ödenmesi yükümlülüğü getiren 3986 ve 4481 sayılı Kanunları bu yönden değerlendirmişti.

3396 sayılı Kanunla, 1994 takvim yılında verilmesi gereken yıllık, özel veya münferit beyannamelerdeki matrahlar üzerinden %10 oranında ekonomik denge ödenmesi yükümlüğü getirilmiş ve söz konusu düzenleme hesap dönemi takvim yılı olan kurumlar vergisi mükellefleri için 1993 yılı kurumlar vergisi beyannameleri verildikten sonraki bir tarih olan 7/5/1994 tarihinde yürürlüğe girmişti.

Bu düzenlemenin bir yıl önceki kazançlar üzerinden alınarak geçmişe dönük yükümlülük getirdiği, bu nedenle hukukî güvenlik ilkesine aykırı düştüğü ileri sürülerek yapılan bir başvuruda Yüksek Mahkeme, bu vergiyi gelir ve kurumlar vergisine ek olmayıp başlı başına ayrı bir vergi olarak kabul etmiş ve bir yıl önceki kazançlara ilişkin matrahlar üzerinden alınmasının geriye dönük vergi koyma anlamına gelmeyeceğini ifade etmişti [7].

Yine 4481 sayılı Kanunla, gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerinin 1998 yılı gelir ve kurumlar vergisi matrahları üzerinden % 5 oranında ek gelir ve kurumlar vergisi alınması öngörülmüş, bu düzenleme de tıpkı 3396 sayılı Kanunda olduğu gibi, hesap dönemi takvim yılı olan mükelleflerce bu beyannameler verildikten sonra 26/11/1999 tarihinde yürürlüğe girmişti.

Geriye yürütülerek getirilen bu ek vergi yükümlülüğünün, Anayasa'nın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin gereği olan "hukuk güvenliği ilkesi"ne aykırı olduğu iddia edilmiş ancak Anayasa Mahkemesi, deprem nedeniyle oluşan ekonomik kayıpların giderilmesi ve toplumsal dayanışmanın sağlanması gibi sosyal ve ekonomik koşulların zorunlu kıldığı nedenlerle kamu yararı gözetilerek getirildiği için düzenlemeyi Anayasa’ya aykırı bulmamıştı [8].

Anayasa Mahkemesi’nin geçmişteki bu kararlarından yola çıkarak 7440 sayılı Kanunla getirilen ek vergi açısından nasıl bir değerlendirme yapacağını tahmin etmek kolay değil. Deprem felaketinin zorunlu kılması nedeniyle kamu yararı gözetilerek getirildiği için kanaatimce bu açıdan olumlu bir sonuç almak biraz zor görünüyor. Ancak açılacak davalarda, bu verginin bağımsız bir vergi olmayıp kurumlar vergisine ek bir vergi olduğu ve dolayısıyla düzenlemede gerçek geriye yürüme bulunduğunun iddia edilmesinin olumlu bir sonuç alınabilmesi adına daha tutarlı olacağını düşünüyorum. 

Bazı indirim ve istisnalar ile indirimli kurumlar vergisi matrahı üzerinden ek vergi alınmasına yönelik olarak ise bu genel gerekçelere ilaveten bazı özellikli itiraz gerekçeleri de ileri sürülebilir. Bu yazımda bu özellikli itiraz gerekçelerinden bahsetmek istiyorum.

Özellikli itiraz gerekçeleri

İndirimli kurumlar vergisi matrahı üzerinden ek vergi alınması

Bilindiği gibi, ülkemizde 2009 yılından itibaren yatırım teşvik belgesi kapsamında yapılan yatırımlardan elde edilen kazançlar için “indirimli kurumlar vergisi” adı altındaki uygulamaya geçildi. Bu kapsamda, yatırımların gelir ve kurumlar vergisi yoluyla desteklenmesi amacıyla uzun süre uygulanan “yatırım indirimi istisnası” yerine, yatırımlardan elde edilen kazançların indirimli oranla vergilendirilmesi esası benimsendi.

Kurumlar Vergisi Kanununun (KVK) 32/A maddesinde düzenlenen yeni “indirimli kurumlar vergisi” uygulaması, yatırım teşvik belgesi üzerinde yer alan sabit yatırım tutarının yatırıma katkı oranına isabet eden kısımının Devletçe karşılanması esasına dayanıyor. Ancak düzenlemeye göre Devlet bu katkı oranını mükellefe doğrudan vermiyor. Mükellefin beyan ettiği gelir/kurum kazançlarını normal gelir/kurumlar vergisi oranı yerine belirlenen indirimli gelir/kurumlar vergisi oranıyla vergilendirerek, gelir/kurumlar vergisini daha az almak suretiyle mükellefe ödemiş oluyor.

Eğer mükellefçe yapılacak olan yatırım “vergi indirimi” teşvik unsurundan yararlanabilecek bir yatırım ise, mükellef adına düzenlenen yatırım teşvik belgesinde yatırımın Devletçe karşılacak kısmı olan yatırıma katkı oranına ve vergi indirim oranına yer veriliyor. Bazı yatırım harcamaları için yatırım teşvik belgesinde yazılan katkı oranına ilave olarak %15 ek katkı oranına da hak kazanılabiliyor.

Söz konusu yatırım teşvik belgesi mükellef adına düzenlenip yatırım harcamaları yapıldığında, mükellef belirtilen yatırıma katkı oranına/tutarına aslında hak kazanmış oluyor. Sonraki aşamada kazançlarına indirimli gelir/kurumlar vergisi oranı uygulanması Devletin yatırım nedeniyle vereceği katkı tutarının ödenme şekliyle ilgili bir durumu ifade ediyor.

Hal böyle iken, 2022 yılı kurumlar vergisi beyannamesinde beyan edilen indirimli kurumlar vergisi matrahının %10 oranında ek vergiye tabi tutulması, Devletin yatırım teşvik belgesi kapsamında müekellefe vermeyi taahhüt ettiği yatırıma katkı tutarının ek vergi kadarlık kısmını vermemesine/geri almasına neden oluyor.

Örneğin, mükellefe 100 milyon TL sabit yatırım içeren bir yatırım teşvik belgesi düzenlenmiş ve bu belgede yatırıma katkı oranı %15 ve vergi indirim oranı da %50 olarak belirtilmiş olsun. Mükellefin söz konusu yatırımın tamamını 2022 ve öncesinde bitirip %15 katkı payının tamamını 2022 yılı kurumlar vergisi beyannamesinde kullanabildiğini varsayalım. Bu durumda mükellef 2022 yılı kurumlar vergisi beyannamesinde 130,50 milyon TL kazancına %50 indirimli (%11,5) oranında kurumlar vergisi oranı uygulayarak 15 milyon TL katkı payından yararlanacaktır. Mükellefin indirimli kurumlar vergisine tabi 130,50 milyon TL kazancından %10 oranında ek vergi alınması halinde, mükellef 13 milyon TL ek vergi ödemek zorunda kalacaktır. Böylece mükellef fiilen Devlet tarafından kendisine taahhüt edilen 15 milyon katkı payının sadece 2 milyon TL’sini (15-13) kullanabilmiş olacaktır.

Oysa mükellef, bu yatırımının %15’ini Devletin karşılayacağını öngörerek yatırım kararını almış ve yaşama geçirmiştir. Bu ek vergi düzenlemesiyle, mükellefin yatırım zamanında tabi olduğu hukuk kuralları ile kazanılmış yatırıma katkı tutarları, sonradan ve önceden bilinebilmesi olanaksız bir düzenlemeyle sınırlandırılmış oluyor. Bu durumun vergilemenin Anayasa’da düzenlenen hukuki güvenlik ilkesine aykırı olduğu çok açık.

Nitekim, indirimli kurumlar vergisi öncesinde uygulanan yatırım indirimi uygulamasında da bazı sınırlamalar getirilmeye çalışılmış ve getirilen bu sınırlamalar AYM tarafından Anayasa’ya aykırı bulunmuştu.

Yüksek Mahkeme, kaldırılan yatırım indirim istisnasındaki geçiş dönemi uygulamasını düzenleyen GVK’nın geçici 69 uncu maddesinde yer alan ve önceki yıllara ait yatırım indirimi istisnası tutarının indiriminin 2006, 2007 ve 2008 yıllarıyla sınırlandırılmasını öngören düzenlemeyi 15.10.2009 tarihli ve E.2006/95, K.2009/144 sayılı kararıyla iptal etti.

İptal kararı sonrasında GVK’nın söz konusu geçici 69 uncu maddesi yeniden düzenlendi ve bu defa yatırım indirimi istisnası tutarlarının vergi matrahlarının tespitinde ilgili kazancın %25’ini aşmayacak şekilde indirim konusu yapılabilmesi öngörüldü. Ancak AYM, getirilen bu kısıtlamayı da 09.02.2012 tarihli ve E.2010/93, K.2012/20 sayılı kararıyla Anayasa’ya aykırı bularak iptal etti.

AYM her iki kararında da, mükelleflerin yatırımlarını yaptıkları sırada yatırım indirimi istisnasından herhangi bir sınırlama olmaksızın yararlanacaklarını ve indirilecek tutara ulaşılıncaya kadar kazançlarından indirim yapılacağını öngördüklerini, sonradan yapılan bu kısıtlamaların hukuk güvenliği ilkesine aykırılık oluşturacağını vurguluyor. Bu konuyu dava edeceklerin bu kararları özellikle incelemelerini öneririm.

AYM’nin bu iptal kararları sonrasında yatırım indirimi uygulamasında herhangi bir sınırlama uygulanmıyor.

İndirimli kurumlar vergisi matrahı üzerinden ek vergi alınmasında da, AYM’nin  bu kararlarında belirttiği gerekçelerin aynen mevcut olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, 2022 yılı kurumlar vergisi beyannamelerinde beyan ettikleri indirimli kurumlar vergisi matrahları üzerinden ek vergi hesaplanan mükelleflerin bu ilave gerekçeleri de açacakları davalarda ileri sürmelerinin faydalı olacağı kanaatindeyim. Bu konuda olumlu bir sonuç alabilme (yasal düzenlemedeki indirimli kurumlar vergisi üzerinden ek vergi alınacağına ilişkin hükmün iptali) ihtimalini diğer itiraz noktalarına nazaran daha yüksek görüyorum.

Emisyon primleri üzerinden ek vergi alınması

KVK’nın istisnaları düzenleyen 5/1-ç maddesinde “Anonim şirketlerin kuruluşlarında veya sermayelerini artırdıkları sırada çıkardıkları payların bedelinin itibarî değeri aşan kısmı”  ifadesi yer alıyor. Emisyon primleri, KVK’daki bu tedvinden yola çıkılarak idari uygulamada kurumlar vergisinin konusuna giren ancak istisna tutulan bir kurum kazancı olarak kabul ediliyor.

Bu kabul ve uygulama uyarınca, her ne kadar yasal düzenlemede ismen zikredilmese de, İdare tarafından 3 seri no’lu 7440 sayılı Kanun Genel Tebliğinde emisyon primlerinin ek vergiye tabi olduğu açıkça belirtildi.

Kanun koyucunun ek vergi düzenlemesiyle, kazancı bulunan ama sahip oldukları indirim ve istisnalar nedeniyle hiç veya daha az kurumlar vergisi yüküne katlanan mükellefleri hedef alarak mali güce göre vergileme yapmayı amaçladığı anlaşılıyor. Dolayısıyla, bir indirim veya istisnanın ek vergiye tabi olabilmesi için gerçek anlamda ödeme gücünü yansıtan bir kazanç unsuruna dayanması gerekir.

Peki emisyon primleri gerçek anlamda bir kazanç mıdır?

Bilindiği gibi, emisyon primleri ortaklar tarafından şirkete konulan paralardır. Bu yönü ile sermaye konulmasından hiçbir farkları yoktur. Sermayenin tescile tabi tutulmamış kısmı niteliği taşırlar. Kurumlar için de geçerli olan GVK’nın 38 inci maddesine göre, dönem içinde ortaklarca şirkete konulan paraların ticari kazancın tespitinde dikkate alınmaması gerekir. Bu durumun ortaklarca konulan emisyon primleri için de gerçerli olduğuna hiç şüphe yoktur.

Diğer taraftan, emisyon primleri Türk Ticaret Kanununun (TTK) 519/2-a maddesinde “genel kanuni yedek akçe” olarak kabul ediliyor. Buna paralel olarak ve Tek Düzen Hesap Planındaki (TDHP) açıklamalar gereğince gelir tablosuna hiç dahil edilmeyip, doğrudan bilançonun pasifine “520-Hisse Senedi İhraç Primleri” hesabına kaydediliyor.  

Bu düzenlemeler açıkça gösteriyor ki, emisyon primleri gerçek anlamda bir gelir/kazanç değildir.

Emisyon primlerinin GVK’nın 38 inci maddesi uyarınca ticari kazanca dahil değil iken, KVK’nın 5/1-ç maddesinde istisnalar arasında sayılması bir çelişki gibi görünebilir. Ancak bence burada ortada göründüğü gibi bir çelişki bulunmuyor. Emisyon primlerinin KVK’da istisnalar arasında sayılmasının nedeni, kanun koyucunun emisyon priminin kurumlar vergisine tabi olabileceğine yönelik tartışmaları en baştan önlemek istemesidir. Nitekim, vergi kanunlarımızda bu tür çok sayıda düzenleme bulunuyor. “Kan bankalarının” işlemlerine BSMV istisnaları arasında yer verilmesi ve para/döviz tesliminin KDV istisnaları arasında sayılması bunların başlıcalarıdır.

Dolayısıyla, KVK’nın 5/1-ç maddesini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Emisyon primleri kurumlar vergisine tabi olan gerçek bir kazanç unsuru olmayıp, sermaye benzeri bir öz varlık kalemidir. Bu nedenle, üzerinden ek vergi alınması Anayasa’nın mali güce göre vergileme ilkesine aykırılık teşkil eder.

Diğer yandan, emisyon priminin bir gelir/kazanç olmayıp ortaklarca konulan sermaye benzeri bir öz varlık unsur olduğu ortadayken, bu öz varlık kalemi üzerinden ek vergi alınması aslında gelir veya kazanç üzerinden değil, sermaye üzerinden vergi alınması anlamına gelir. Oysa ek vergi düzenlemesiyle indirim ve istisna tutarları ile indirimli kurumlar vergisi matrahını oluşturan kurum kazançları üzerinden ek vergi alınması amaçlanıyor.  Dolayısıyla, diğer tüm mükellefler gelir/kazanç üzerinden ek vergi öderken, emisyon primi elde eden mükelleflerden sermaye üzerinden, dolayısıyla servet üzerinden ek vergi alınması Anayasa’da öngörülen eşitlik ilkesine de aykırı olur.

Elde ettikleri emisyon primleri üzerinden ek vergi ödemek zorunda kalan mükelleflerin açacakları davalarda bu ilave argümanları da kullabileceklerini düşünüyorum.

İştirak kazançları istisnası üzerinden ek vergi alınması

KVK’nın 5/1-a maddesiyle, kurumların tam mükellefiyete tabi başka bir kurumun sermayesine katılımlarından elde ettikleri kazançlar kurumlar vergisinden istisna tutulmuştur. Madde gerekçesinde ve 1 seri no’lu KVK Genel Tebliği’nde de belirtildiği gibi, söz konusu istisna aynı kurum kazancı üzerinden hem iştirak edilen hem de iştirak eden şirkette mükerrer kurumlar/kazanç vergisi alınmasını önlemeye yönelik olarak getirilmiş bir istisnadır.

Bu istisnayla, elde edilen bir gelirin doğrudan gerçek kişi tarafından elde edilmesi seçeneği ile bir veya birden fazla kurum üzerinden elde edilerek gerçek kişiye ulaşması seçeneği arasındaki kazanç vergisi yükünün aynı veya birbirine yakın olması amaçlanıyor. Nitekim bu durum, önceki 5422 sayılı KVK’ya ilişkin çıkarılan 47 seri no’lu KVK Genel Tebliğinde açıkça vurgulanıyor.

İştirak kazançları istisnası üzerinden ek vergi alınması halinde,  iştirak edilen şirkette zaten kurumlar vergisine tabi tutulmuş olan kurum kazançları iştirak eden şirket bünyesinde ayrıca ek vergiye tabi tutulmuş olunuyor. Dolayısıyla, aynı kurum kazancı üzerinden mükerrer vergileme yapılması sonucu ortaya çıkıyor. Böylece KVK’nın 5/1-a maddesinde düzenlenen anılan istisna adeta işlevsiz hale getiriliyor. Kurum kazancının gerçek kişilere doğrudan intikali ile araya giren başka kurumlar aracılığıyla dolaylı intikali arasında bu sonuncu aleyhine farklılık yaratılıyor. Zira, aynı kurum kazancını bir gerçek kişi ilgili kurumdan doğrudan elde ettiğinde ek vergi ödemezken, bunu araya giren başka bir kurum üzerinden elde ettiğinde ek vergi ödemek zorunda kalıyor ve eline geçecek net kazanç tutarı azalıyor.

Bu nedenle, iştirak kazançları istisnası üzerinden ek vergi alınması kurumlar üzerinden kazanç elde eden gerçek kişilerin vergi yükünü adil olmayan bir şekilde artırıyor. Bu durum ise, Anayasa’nın mali güce göre vergileme ve eşitlik ilkeleri ile vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı ilkesine aykırılık teşkil eder. Bu durumdaki mükellefler tarafından açılacak davalarda bu ek gerekçeler de ileri sürülebilir diye düşünüyorum. Erdal Güleç

https://www.linkedin.com/pulse/ek-vergide-neye-hangi-gerek%2525C3%2525A7eyle-dava-a%2525C3%2525A7%2525C4%2525B1labilir-2-erdal-g%2525C3%2525BCle%2525C3%2525A7%3FtrackingId=danqADlpQTK1U%252FTwZH27fg%253D%253D/?trackingId=danqADlpQTK1U%2FTwZH27fg%3D%3D

Kaynaklar

1. AYM, E: 1997/54, K: 1997/67

2. AYM, E: 1995/7, K: 1995/35

3. AYM, E: 1995/4, K: 1995/28

4. GİB 2022 Yılı Faaliyet Raporu

5. AYM, E: 2003/48, K: 2003/76

6. AYM, E: 2018/103, K: 2019/4

7. AYM, E: 1995/6, K: 1995/29

8. AYM, E: 1999/51, K: 2001/63

Senet borçlusu vatandaş, mahkemenin kapısını çalarak, hakkında başlatılan icra takibine dayanak gösterilen senedin teminat senedi olduğunu bildirdi.

Takip dayanağı senedin taraflar arasında geçerli olan bayilik sözleşmesinin “Teminat” başlıklı 12. maddesi uyarınca düzenlendiğini ve alacaklıya teslim edildiğini, anılan madde metnindeki bedel, keşideci ve lehtardan da bu durumun anlaşıldığını, ayrıca senedin arka yüzüne “teminattır” şerhinin yer aldığını öne sürdü.

YAZILI DELİL İDDİASI

Senedin teminat için boş olarak verildiğini, tanzim ve vade tarihlerinin sonradan doldurulduğunu, senette tahrifat yapıldığını ve bedelinin semeresiz kaldığını ileri sürerek itirazın kabulü ile takibin iptaline ve alacaklının asıl alacağın yüzde 40’dan aşağı olmamak üzere kötü niyet tazminatı ödemeye mahkûm edilmesine karar verilmesini talep etti. Davalı ise borçlunun takip konusu senedi düzenleyerek alacaklıya verdiğini kabul ettiğini, senedi geçersiz kılmaya yönelik tüm iddiaların senetle ispatlanması gerektiğini, borçlu tarafın iddiasını ispatlar nitelikte herhangi bir yazılı delil sunmadığını iddia etti.

KARAR BOZULDU

9. İcra Mahkemesi; takibin iptaline hükmetti. Kararı davalı avukatı temyiz edince devreye giren Yargıtay 12. Hukuk Dairesi, kararı bozdu.

Yeniden yapılan yargılamada mahkeme, ilk kararında direndi. Davaylı temyiz müracaatında bulununca devreye bu kez Hukuk Genel Kurulu girdi. Takip dayanağı senedin arka yüzünde “Teminat senedidir.kullanılamaz.” ibaresinin bulunduğu anlaşıldığının vurgulandığı kararda şu ifadelere yer verildi:

"Bonoda teminat kaydı var ise de neyin teminatı olduğu belirtilmediğinden bu kayıt bononun mücerrettik vasfını ortadan kaldırmaz. Sadece teminat olduğuna dair eklenen bu kayda doktrinde mücerret teminat kaydı denilmektedir. Hâl böyle olunca, takip konusu bonodaki kaydın senedin kambiyo vasfını etkilemeyeceği, borçlunun teminat senedi olduğuna ilişkin iddiasının alacaklının imzasını taşıyan ve senede açık atıf yapan İİK’nın 169/a maddesinde yazılı belgelerle kanıtlanamadığından, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının bozulmasına oy birliği ile karar verilmiştir."

https://www.ntv.com.tr/ntvpara/yargitaydan-emsal-senet-karari,mMblEmAwTU2D3TVZ5_wx3g

Pazartesi, 29 Mayıs 2023 08:08

Sürekli Yeniden Değerleme Uygulaması

213 sayılı Kanun’un 298’inci maddesinin (Ç) fıkrası kapsamında “Sürekli yeniden değerleme uygulaması” yapılması öngörülmüştür. Şöyle ki;

Vergi Usul Kanunu Tebliğ Sıra No 537 ile söz konusu tebliğin ikinci bölümünde “213 sayılı Kanunun 298’inci maddesinin (Ç) fıkrası kapsamında “Sürekli Yeniden Değerleme Uygulaması” başlıklı 4’üncü madde de ifade edildiği üzere 7338 sayılı Kanunun 31’inci maddesiyle 213 sayılı Kanun’un mükerrer 298’inci maddesine eklenen (Ç) fıkrasıyla, enflasyon düzeltmesi şartlarının gerçekleşmediği hesap dönemlerinde, fıkrada öngörülen kapsam ve şartlar dahilinde amortismana tabi iktisadi kıymetlerin ve bunlara ait amortismanların yeniden değerlemeye tabi tutulabilmesine imkan sağlanmıştır.

Söz konusu fıkranın uygulama usul ve esasları Tebliğin bu bölümünün izleyen maddelerinde belirlenmiştir. Şöyle ki;

Tam mükellefiyete tabi ve bilanço esasına göre defter tutan; kollektif, adi komandit ve adi şirketler de dahil olmak üzere ferdi işletme sahibi gelir vergisi mükellefleri ile kurumlar vergisi mükellefleri bilançolarına kayıtlı amortismana tabi iktisadi kıymetlerini, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun mükerrer 298’inci maddesinin (Ç) fıkrasında ve bu Tebliğin 6’ncı maddesinde belirtilen istisnalar dışında, yeniden değerleme hakkına sahip bulunmaktadır.

Aşağıda yer alan mükellefler, 213 sayılı Kanunun mükerrer 298’inci maddesinin (Ç) fıkrası hükümlerinden yararlanamaz:

  1. a) Dar mükellefiyet esasında vergilendirilen mükellefler,
  2. b) İşletme hesabı (zirai işletme hesabı dahil) esasına göre defter tutan mükellefler,
  3. c) Serbest meslek kazanç defteri tutan serbest meslek erbabı mükellefler,

ç) Münhasıran sürekli olarak işlenmiş altın, gümüş alım-satımı ve imali ile iştigal eden mükellefler,

  1. d) Kayıtlarını Türk para birimi dışında başka bir para birimiyle tutmalarına izin verilen mükellefler,

Yeniden değerlemeye tabi tutulabilecek iktisadi kıymetler

1) 1/1/2022 tarihinden itibaren, enflasyon düzeltmesi yapma şartlarının gerçekleşmediği dönem sonları itibarıyla aktife kayıtlı bulunan amortismana tabi iktisadi kıymetler bakımından, 213 sayılı Kanun’un mükerrer 298’inci maddesinin (Ç) fıkrasında yazılı istisnalar hariç, söz konusu fıkra uygulamasından yararlanılabilir.

2) 193 sayılı Kanunun mükerrer 120’nci ve 5520 sayılı Kanun’un 25’inci maddeleri uyarınca gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerinin ödemeleri gereken geçici vergiye esas kazancın tespitine ilişkin açıklamalara 217 Seri No.lu Gelir Vergisi Genel Tebliği’nde yer verilmiştir.

Ayrıca, 213 sayılı Kanun’un mükerrer 298’inci maddesinin (Ç) fıkrasının (3) numaralı bendinde, geçici vergi dönemleri itibarıyla yapılacak değerlemede esas alınacak yeniden değerleme oranının, bir önceki yılın Kasım ayından başlamak üzere; 3, 6 ve 9’uncu aylarda, bir önceki 3, 6 ve 9 aylık dönemlere göre Yİ-ÜFE değerinde meydana gelen ortalama fiyat artış oranı esas alınmak suretiyle belirleneceği hükme bağlanmıştır.

Bu bağlamda, mükelleflerin geçici vergi dönem sonlarında amortismana tabi iktisadi kıymetlerini ve bunlara ait amortismanlarını 213 sayılı Kanun’un mükerrer 298’inci maddesinin (Ç) fıkrası ve tebliğin bu bölümü kapsamında yeniden değerleyebilmeleri mümkündür. 213 sayılı Kanun’un geçici 33’üncü maddesi uyarınca şartların gerçekleşmemiş sayıldığı 2022 ve 2023 hesap dönemleri geçici vergi dönemleri sonları itibarıyla da bu kapsamda yeniden değerleme yapılabilir.

3) Yeniden değerleme, bu hakka sahip mükelleflerin, 213 sayılı Kanunun mükerrer 298’inci maddesinin (Ç) fıkrasında yazılı istisnalar dışında, enflasyon düzeltmesi yapılması gerekmeyen dönem sonları itibarıyla bilançolarına dahil amortismana tabi iktisadi kıymetleri ile bu kıymetlere ilişkin olarak bilançonun pasifinde gösterilen amortismanlar hakkında uygulanır. Amortismanın herhangi bir yılda yapılmamış olması durumunda, yeniden değerlemeye esas alınacak tutar bu amortismanlar tam olarak ayrılmış varsayılarak belirlenir.

Bu niteliklerini korudukları müddetçe sat-kirala-geri al işlemine veya kira sertifikası ihracına konu edilen iktisadi kıymetler ile iktisadi kıymetlerin alım, satım ve inşa işleri ile devamlı olarak uğraşanların bu amaçla aktiflerinde kayıtlı bulunan emtia niteliğindeki kıymetler, hangi hesapta izlendiği/kayıtlı olduğu önemli olmaksızın, 213 sayılı Kanunun mükerrer 298’inci maddesinin (Ç) fıkrası kapsamında yeniden değerlemeye tabi tutulamaz.

Yeniden değerleme uygulaması

Kapsama giren amortismana tabi iktisadi kıymetler ve bunlara ait amortismanların, yeniden değerlemeye esas değerlerinin, yeniden değerleme oranı ile çarpılması suretiyle yapılan yeniden değerleme sonucunda, bilançonun aktifi, pasifinden daha yüksek bir değere ulaşmaktadır.

Yeniden değerleme sonucunda ortaya çıkan değer artışını hesaplamada 213 sayılı Kanunun mükerrer 298’inci maddesinin (Ç) fıkrası net değer artışı usulünü benimsemiştir. Net değer artışının hesaplanabilmesi için yeniden değerlemeden önceki ve sonraki net bilanço aktif değerlerinin tespiti önem arz etmektedir.

Yeniden değerleme sonucundaamortismana tabi iktisadi kıymetlerin yeniden değerlemeden önceki net bilanço aktif değerinin, yeniden değerleme oranı ile çarpılmasından sonra bulanacak net aktif değerden (indirilmesi) düşülmesi suretiyle hesaplanan değer önem arzetmektedir.

01.01.2022 tarihinden itibaren, enflsayon düzetlmesi yapma şartlarının gerçekleşmediği dönemlerde, değerlemenin yapılacağı dönem sonu itibarıyla, yasal defter kayıtlarında yer alan amortismana tabi kıymetlerin ve bunlara ait değerler üzerinden işlem yapılmaktadır. Veysi SEVİĞ

https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/surekli-yeniden-degerleme-uygulamasi/696056

Bu yazımda henüz kesinleşmemiş, inceleme, dava veya uzlaşma aşamasında veya henüz dava açma süresi geçmemiş olan tarhiyatlarda "Ne yapmalı?" sorusundaki görüşlerimi paylaşmak istiyorum.

1. Dava süresi sonunda davayı kaybederseniz karşı karşıya kalacağınız tutarı hesaplattırın

Bu konuya ilişkin bir karar vermeden önce, dava süresi sonunda davayı kaybederseniz karşı karşıya kalacağınız toplam ödeme tutarını hesaplattırın ve muhtemel ödeme zamanlarını hesaplatın ki sonunda karşı karşıya kalacağınız olası riskin tamamını görebilin.

2. Af kanunundan yararlanırsanız ne ödeyeceğinizi hesaplattırın

Bu hesaplamayı peşin öderseniz taksitler halinde öderseniz tutar ne olacak hesaplattırın. Sonra, davayı kaybederseniz karşılaşacağınız (peşin ödenmesi gereken) tutarla, aftan yararlanmanınız halindeki ödeyeceğiniz (peşin ödenirse indirimli- takside yayabilmek imkanı ile) tutarı yan yana yazın.

3. Yönetim kurulu bir tüccar gibi karar versin

Değerli okurlar, bu konuda verilecek kararın hukuki veya idari bir karardan ziyade ticari mülahazalarla verilmesi gereken bir karar olduğunu düşünüyorum. Rakamlar yan yana konulmalı, bir tüccar gibi, evdeki kuş daldaki kuş hesabıyla, avukat ya da mali müşavirin bu konuya ilişkin görüşlerini bir kenara bırakarak karar verin. Karar verirken bir an mahkemeyi kaybettiğinizi ve toplam tutarı ödemek zorunda kaldığınızı düşünün. Ne hissedersiniz? Keşke yararlansaydım der misiniz? Uzlaşma aşamasında bugün af kanunuyla inen miktar (uzlaşma komisyonunca) teklif edilse belki ödeyip kapatacaktınız.

 4. İlk mahkeme olumsuz sonuçlanırsa birinci madde de hesapladığınız tutarı hemen ödemek zorunda kalabilirsiniz

İlk mahkemeler ortalama bir yılda biter. Şuan davası devam eden dosyaların mahkeme de geçirdikleri süre dikkate alındığından kararın gelmesi çokta uzun olmayabilir. Bu karar olumlu olursa şimdilik sorun yok. Olumsuz olursa sonradan olumluya dönse bile ilk etapta ödeyip daha sonra temiz sonucunu beklemek zorunda kalacaksınız.

5. Dava tutarının bilançoda ayrılacak karşılık ve dolayısıyla kredibilite etkisi

Davası devam eden tutarlar için odası toplam risk dikkate alınarak bilançoda zarar karşılığı ayrılması gerekir bilecektir. Böyle bir karşılık ayrılsa da ayrılmasa da bankalar bu konuyu kredibilite de bir sorun olarak görebileceklerdir.

6 .Uzun süren belirsizlik

Türkiye'de dava sürecinin tamamlanması en iyi ihtimalle ortalama beş yılı bulabilmekte, bazı durumlarda bu süre çok daha uzayabilmektedir. Bütün bu dava süresince konu hep bir risk unsuru olarak olumsuz psikolojik etki yaratacaktır. Zeki GÜNDÜZ

https://www.dunya.com/kose-yazisi/vergi-davalarinda-baris-kararini-yklar-bir-tuccar-gibi-versin/694815

  1. GİRİŞ

Günümüzde gerek yurt içi gerekse de yurt dışında bulunan firmalarla yapılan ticarette kredili satışın yoğun olduğu görülmektedir. Söz konusu bu durum bazen alacağın tahsilinde sorun yaşayan firmalarda ciddi sorunlara neden olabilmektedir. Özellikle tahakkuk esasının geçerli olduğu ticari ve zirai kazanç ile kurum kazancı göz önüne alındığında, hem tahakkuk ilkesi gereği tahsilatı beklenmeden gelir olarak dikkate alınması hem de tahsilatın yapılamaması mükelleflerde çifte mağduriyete neden olmaktadır. 213 Sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 323. maddesinde yer alan şüpheli alacak kavramı bu noktada önem arz etmektedir.

  1. ŞÜPHELİ ALACAK KAVRAMI

213 Sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 323. maddesine göre şüpheli alacaklar ticari ve zirai kazancın elde edilmesi ve idame ettirilmesi ile ilgili olmak şartıyla,

  1. Dava veya icra safhasında bulunan alacaklar;
  2. Yapılan protestoya veya yazı ile bir defadan fazla istenilmesine rağmen borçlu tarafından ödenmemiş bulunan ve 3.000(544 Sıra No.lu V.U.K Genel Tebliği ile 1.1.2023'den itibaren 8.900 -TL) Türk lirasını aşmayan alacaklar;

Şüpheli alacak sayılır.

Yukarıda yazılı şüpheli alacaklar için değerleme gününün tasarruf değerine göre pasifte karşılık ayrılabilir.

Bu karşılığın hangi alacaklara ait olduğu karşılık hesabında gösterilir. Teminatlı alacaklarda bu karşılık teminattan geri kalan miktara inhisar eder.

Şüpheli alacakların sonradan tahsil edilen miktarları tahsil edildikleri dönemde kar-zarar hesabına intikal ettirilir.

İşletme hesabı esasında defter tutan mükellefler, yukarıdaki fıkralar kapsamında tespit edilen şüpheli alacaklarını defterlerinin gider kısmına ve bunlardan sonradan tahsil edilen miktarları ise tahsil edildikleri dönemde defterlerinin gelir kısmına, hangi alacaklara ait olduğunu gösterecek şekilde, kaydederler.

  1. YURT DIŞINDAN OLAN ALACAKLAR İÇİN ŞÜPHELİ ALACAK KARŞILIK DURUMU VE İZLENECEK YOL

Yukarıda belirtiğimiz üzere 213 Sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 323. maddesine göre ticari kazancın elde edilmesi veya idame ettirilmesi ile ilgili olarak dava veya icra safhasında bulunan alacaklarla, yapılan protestoya veya yazı ile bir defadan fazla istenilmesine rağmen borçlu tarafından ödenmemiş bulunan ve 3.000 (544 Sıra No.lu V.U.K Genel Tebliği ile 1.1.2023'den itibaren 8.900 -TL)  Türk lirasını aşmayan alacaklar için karşılık ayrılması mümkün bulunmakta olup, bu şartlardan herhangi birisinin mevcut olmaması halinde ise şüpheli alacak kaydına imkan bulunmamaktadır.

Öte yandan, alacağın yurt içinden veya yurt dışından olması bir önem taşımadığından yurt dışından olan alacaklar için de bu madde hükümleri geçerlidir.

Buna göre yurt dışından olan alacaklar için mahkemeye dava veya icra merciine takip dilekçesinin verilmiş olması, alacağın dava veya icra safhasına intikal ettiğini gösterir. Ancak şekli bir başvuru alacağın şüpheli sayılması için yeterli değildir. Bir alacağın dava veya icra safhasında olduğunun kabulü için mahkemeye dava veya icra merciine takip için dilekçe verilmiş olması, ancak gerek mahkemeye gerek icra merciine yapılan başvuruların ciddiyetle takip edilmesi gerekmektedir.

Ayrıca, yurt dışından olan alacakların şüpheli hale geldiğinin ispatlanabilmesi için ticari iş yapılan firmanın mukim olduğu ülkenin mahkemelerinde dava açılması veya icra takibinde bulunulması gerekmektedir. Yurt dışından olan alacakların dönem sonunda değerlemesi nedeniyle oluşacak kur farkları da asıl alacağın akıbetine tabi olduğundan asıl alacak şüpheli hale geldikten sonra bu alacağa bağlı olarak oluşan kur farkları için de şüpheli alacak karşılığı ayrılması mümkün bulunmaktadır.

  1. SONUÇ

Mevcut vergi mevzuatımız kapsamında yurt dışından olan alacaklar için şüpheli karşılık ayırabilmek için;

-  Öncelikle alacakların ticari ve zirai kazancın elde edilmesi ve idame ettirilmesi ile ilgili olması,

- Dava veya icra safhasında bulunan alacaklardan olması,

- Yapılan protestoya veya yazı ile bir defadan fazla istenilmesine rağmen borçlu tarafından ödenmemiş bulunan ve 3.000 (1.1.2023'den itibaren 8.900-TL)  Türk lirasını aşmayan alacak olması,

- Alacaklı olunan firmanın mukim olduğu ülkenin mahkemelerinde dava açılması veya ilgili ülkenin icra mevzuatı uyarınca icra takibine başlanılması,

- Söz konusu takiplere başlanıldığı hesap döneminde karşılık ayrılması gerekmektedir. Cihan Tekin

KAYNAKÇA

213 Sayılı Vergi Usul Kanunu.

İdari düzenlemeler.

https://ekovergi.com/ihracattan-dogan-alacaklarin-tahsil-edilememesinin-supheli-alacak-karsiliginda-durumu-ve-izlenecek-yol/)

 
Cumartesi, 27 Mayıs 2023 15:47

Sahte Sigortalılık Çare Mi?

SGK'nın sağladığı yardımlardan yararlanmak amacıyla çalışılmadığı halde, çalışılmış gibi sigorta bildirimi yapılması sahte sigortalılığı doğuruyor. Emekli olmak ya da tedavilerden yararlanmak hedefleniyor. 4/a (SSK) sigortalılık statüsünden emekli olmak, 4/b (Bağ-Kur) statüsüne göre daha az prim ödeme gün sayısı gerektirmektedir. Bağlanan aylıklarda da 4/a (SSK) tarafı daha avantajlı. Bu nedenle Bağ-Kur'dan SSK'ya yıllardır önlenemeyen bir kaçış var. SSK'ya geçerken, birçok kesimin canı yandı: Şirket ortakları, ev hanımları, yaşı ileri çalışanlar, küçük esnaflar, son yedi yılda 4/a SSK günlerini artırarak emekli olmak isteyenler…

Farklı yöntemlerle sahte sigortalı olma yolları bulunsa da, ortak yanları:

Çeşitli saiklerle, herhangi bir iş yerinden "sigortalı gösterilmek" olarak karşımıza çıkmaktadır. Tanıdık bir işverenden rica edildiği gibi internette sahte iş yerlerinin ağına da düşülebilmekte. Gerçekte, iş yerinde çalışma olmadan, sigortalı bildirimi yapılmaktadır.

Sahte sigortayı, gerçek çalışmadan ayıran en önemli unsurlardan biri de sigortalıya ücret ödemesinin kağıt üzerinde kalmasıdır. Banka kanalıyla bir ücret ödemesi olmadığı gibi iş yeri kayıt ve belgelerindeki ücret tutarları da gerçeği yansıtmaz.

Bunların yanı sıra; prim, sigortalı gösterilmek isteyen tarafından işverene ödenmektedir. İşveren de primleri Sosyal Güvenlik Kurumu'na yatırmaktadır. Sahte sigortayı sektör haline çevirenler ise primleri de yatırmamaktadırlar. SGK Tescil ve Hizmet Dökümünde görülen günler, primlerin yattığı anlamına gelmemektedir.

Sahte sigortalılığın sonuçları vahim:

4/a (SSK) günlerini tamamlamak için bir iş yerinden sigortalı gösterilmek iyi bir fikir gibi dursa da sonuçları oldukça can sıkıcı.

1-Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olma olasılığı çok yüksek. Sigortalı olduğunu sanırken, sigortanın iptal edilmesi ile oluşan zaman kaybı ile her şeye sil baştan başlama riski olası. Aradan geçen zamanın telafisi ve prim yüküyle tekrar karşılaşmak büyük külfet.

2-Emekli olunduysa aylığın iptali ile emeklilik tarihinden itibaren alınan aylıkların hepsinin faizi ile iadesi tabloyu daha da ürkütücü kılmakta. Bunun üzerine de tekrar emekli olmak için harcanacak çaba gelmekte.

3-Sahte sigortalı/emekli için yapılan sağlık harcamaları faizi ile geri alınacaktır.

4-Ardından, işveren ve sahte sigortalı için SGK'nın Cumhuriyet Savcılığına yapacağı suç duyurusu sonucu açılacak sahtecilik konulu ceza davasıyla muhatap olmak gelecek.

5-İşverenler için ise sahte sigortalılık yapılan her ay için brüt asgari ücret tutarında kayıt geçersizliği cezası uygulanacaktır. Teşvikler ve destekler faizi ile iade edilecektir. Sahte sigortalılar için yatırılan primlerin iadesi söz konusu olmayacaktır. Asgari işçilik hesaplaması yapılmış ve ilişiksizlik belgesi düzenlenmiş olsa da sahte bildirimlerin iptali sonrası eksik işçilik ile karşı karşıya kalınabilecektir.

İş yerinin sahte olduğunun SGK'ca tespiti halinde, vergi dairesine bilgi verilecektir. E-Sigorta kullanıcı kodu ve şifresi durdurulabilecektir. Muhtasar ve prim hizmet beyannamesi ile sigortalıların prime esas kazanç ve çalışma günleri ile ilgili bildirim yapılamayacaktır. Asıl işverenin sahte iş yeri olarak belirlenmesi ile alt işveren de sahte olarak tanımlanacaktır.

6-Sahte sigortalı bildiriminde kastı veya kusuru bulunduğu belirlenen muhasebeciler hakkında Türkiye Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler ve Yeminli Mali Müşavirler Odaları Birliği'ne bilgi verilecek ve kayıtlı bulundukları oda tarafından disiplin incelemesine muhatap olacaklardır.

Bu kadar zahmetin yerine:

Eksik günlerin borçlanma yoluyla tamamlanması olanaklı. Doğum borçlanması, askerlik borçlanması, yurt dışı çalışma sürelerinin borçlanması başta olmak üzere borçlanma çeşitleri bulunmaktadır. İsteğe bağlı sigorta yaptırmak da bir başka yöntem. İsteğe bağlı sigortalılık günlerinin 4/b (Bağ-Kur) sigortasında değerlendirileceğini gözden kaçırmadan eksik günlerinizi tamamlayabilirsiniz. Son yedi en fazla sigortalılık statünüzün 4/a (SSK) olmasını yapacağınız hesap ile sağlayabilirsiniz. Bunların dışında; gerçekten bir iş yerinde fiilen çalışma ile de 4/a (SSK) sigortalılığınızı sağlayabilir, eksik gün sorununuzu çözebilirsiniz.

SGK'nın yaptığı işleme karşı itiraz veya dava yolu bulunuyor mu?

Sahte sigortalılığın SGK tarafından tespitinde; eldeki bulgular doğrultusunda kanaat oluşturularak işlem yapılmaktadır. Dolayısıyla idarenin her işleminde olduğu gibi yapılan sigortalılık iptal işlemi de itiraz ve dava yoluna açıktır.

Gerçekte sigortalı olarak çalışma mevcutsa, ücret alındıysa ve işyerinde çalışmanızı gösteren deliller bulunuyorsa itiraz etmenizde ve konuyu yargıya taşımanızda bir beis bulunmamaktadır. Resmî belge ve yazılı delillerin bulunması, iptal edilen dönemden bordro tanıklarının ifadesi, çalışmalarınızı bilen komşu işyeri çalışanları ya da işyeri sahiplerinin beyanları, mesleki geçmiş ve benzeri hususlar yargılama aşamasında etkili olabilecektir. İtirazınızın haklı bulunması ya da İş Mahkemesi'ne açılacak davanın lehinize sonuçlanması durumunda yapılan işlemler geriye doğru ortadan kalkacaktır.

BİR SORU - BİR YANIT

*1994 yılında staj başlangıcım var. 01/08/1996 tarihinde ise benim için giriş-çıkış yapılmış. Ama prim ödeme gün sayısı "0" olarak görünüyor. Daha sonra 2001 yılında SSK günlerim başlıyor. Toplam 6.003 günüm var. EYT'li olabilir miyim?

*Staj başlangıcı, sizi emeklilikte yaşa takılanlar yasası kapsamına almamaktadır. Uzun vadeli sigorta kollarına prim yatırılmadığından dolayı emeklilikte staj başlangıç tarihine göre emeklilik koşulları belirlenmemektedir.

Diğer taraftan 01/08/1996 tarihli günsüz sigortalı işe giriş için öncelikle ilgili Sosyal Güvenlik Merkezi'ne başvurularak belirtilen tarihte gününüzün olup olmadığının kontrolü ile varsa işlenmesini talep etmeniz yerinde olur. Yapılan kontrolde olumsuz sonuç çıkması durumunda dava yolu önerilir. Davanın kazanılması ile birlikte EYT kapsamına girilebileceksiniz ve emeklilik koşullarını sağladığınız için emeklilik başvurusu yapabileceksiniz. Halil Kağan ÖYKEN

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/sahte-sigortalilik-care-mi-669779h.htm

Bağkur, GSS vb.. borcunuzun olması halinde SGK size maaş bağlamamakta ve gidin borcunuzu ödeyin sonra tekrar emeklilik başvuru yapın ve maaşınızı bağlayalım demekte idi. Bundan dolayı da herkesin en az 1 maaş olmak üzere aylık kayıpları olmakta idi.

Emeklilik Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün 23.05.2023 tarihli ve 73.293.844 varide sayılı yazısında: 2 brüt asgari ücrete kadar borcunuzun olması halinde maaşınız bağlanacak ve bağlanan maaşınızdan 1/3 oranında kesintilerle bu borçlarınız mahsup edilecek denmektedir. 2 brüt asgari ücreti aşan borcunuz olması halinde ise de borcun ödendiği tarihi takip eden aydan itibaren maaşınız bağlanacaktır denmektedir. Böylece SGK sigortalı adına güzel bir yazı ile bu olumsuz durumu tatlıya bağlamıştır. Özellikle Gss ve Bağkur borçlarından dolayı birçok EYT kapsamındaki kişi mağdur duruma düşmekteydi.

Emeklilik Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün 23.05.2023 tarihli ve 73.293.844 varide sayılı yazısı için Tıklayınız

Keskin Çolak Beye Teşekkürler

Doğum sonrası analık hali izni bitiminden itibaren kadın işçi ile üç yaşını doldurmamış çocuğu evlat edinen kadın veya erkek işçiler yarım çalışma ödeneğinden faydalanabilir.
Şartları şunlardır:
✅İşçinin adına doğum veya evlat edinme tarihinden önceki son üç yılda en az 600 gün süre ile işsizlik sigortası primi bildirilmiş olması,
✅Haftalık çalışma süresinin yarısı kadar fiilen çalışılması,
✅Hak sahipliğine konu olan çocuğun hayatta olması,
✅Analık hali izninin bittiği tarihten itibaren 30 gün içerisinde en yakın İŞKUR birimine doğum ve evlat edinme sonrası yarım çalışma belgesi ile başvuruda bulunulması,
gerekmektedir.

✅Yarım çalışma süresi;
• Birinci doğumda 60 gün,
• İkinci doğumda 120 gün,
• Sonraki doğumlarda ise 180 gündür.
Çoğul doğumlarda bu sürelere 30 gün eklenmektedir.
Çocuğun engelli doğması hâlinde bu süreler 360 gün olarak uygulanmaktadır.

✅Yarım Çalışma Ödeneği Miktarı:
Doğum ve evlat edinme sonrası yarım çalışma ödeneğinin günlük miktarı, kişinin çalıştığı işte aldığı ücret ne olursa olsun, günlük asgari ücretin brüt tutarı (Günlük :333,6-TL, 15 günlük 5.004-TL) kadardır. Orhan Kotan

Hakkımızda

 ö z d o ğ r u l a r, 18.08.1988 tarihinde kurularak, Mali Müşavirlik faaliyetine başlamıştır. 

Sektöründe en iyi olma duygusu ile personeline "Kalite" bilincini yerleştirmeyi, Kalite Yönetim Sistemini sürekli iyileştirmeyi, müşterilerine en iyi hizmeti sunmayı, amaç edinerek, 2003 Yılında, alanında Türkiye' de ilk olarak ISO 9001: 2000 Belgesi almıştır.

 

Mali Takvim

Öne Çıkanlar

  • Taşınmazları Bölünen Şirketler Enflasyon Düzeltmesinde Nelere Dikkat Etmeli? Taşınmazlarını kısmi bölünmeye konu etmiş ve sermaye azaltımı yapmış şirketlerin…
  • Enflasyon Düzeltmesinde ‘Kanunen Kabul Edilmeyen Giderler’ Ve İstisnaların Nasıl Dikkate Alınacağına İlişkin Maliye Tebliği Kanuna Uygun Mu? Düzeltmeye tabi bilanço kalemleri 2023 ve 2024 düzeltilmiş değerleri üzerinden…
  • REEL OLMAYAN FİNANSMAN MALİYETİ AYRIŞTIRDIKTAN SONRA İKTİSADİ KIYMET İLE BİRİKMİŞ AMORTİSMANININ DÜZELTMESİNE DİKKAT! Bilindiği üzere, istisnai durumlar hariç, iktisadi kıymetin maliyetine ihtiyari veya…
Top